Ayhan Oğan’ın “Biz yeni bir devlet kuruyoruz” demesinin üzerinden neredeyse bir ay geçti. İktidar cephesinden “âdet yerini bulsun” tarzı açıklamalardan başka bir şey geldi mi, Oğan’ın sözleri yalanlandı mı, herhangi bir itiraz, karşı çıkış duyuldu mu? Elbette ki hayır. İktidar partisi belki hiçbir zaman “Biz yeni bir devlet kuruyoruz, rejimi değiştiriyoruz” demeyecektir ama bunu hiçbir zaman mutlak surette ret de etmeyecektir, çünkü yaptıkları tam olarak budur. “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı”nın yerini “Türkiye Cumhurbaşkanı”nın alması tam da bununla ilgilidir örneğin ve iddia edildiği gibi gramerle, dilbilgisiyle, Türk Dil Kurumu’ndan görüş alınmasıyla vs. uzaktan yakından alakası yoktur, Türkiye’de devlet ve rejim değişmiştir.

Velev ki ülkede hiçbir şey değişmemiş olsaydı dahi, son çıkan KHK’ye bakarak bile, bunu, yani yeni bir devlet ve yeni bir rejim kurulduğunu söyleyebilirdik. Süreklileşmiş olağanüstü hale dayalı, kararnamelerin kanun yerine geçtiği, üstelik de bunların anayasaya aykırı olup olmadıklarını denetleyecek hiçbir mekanizma olmadığı için “kanunsuz”; dahası, ancak anayasa değişikliği ile yapılabilecek ölçüde köklü değişikliklerin gece yarısı kararnameleriyle yapılabildiği, bu nedenle de “anayasasız” diye nitelendirilebilecek bir rejimden, bir devletten söz edebiliyoruz artık.

Ne oldu son KHK ile? Birincisi, MİT müsteşarlığı ve müsteşarın atanması-görevden alınması Cumhurbaşkanı’na bağlandı, müsteşarı artık doğrudan Cumhurbaşkanı atayacak, müsteşar başkanlığında üç ayda bir toplanan Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu da artık Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanacak, ikincisi MİT’e TSK içerisinde istihbarat toplama yetkisi getirildi ve üçüncüsü, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na milletvekilleri hakkında seçim öncesi ya da sonrası işledikleri iddia edilen suçlarla ilgili soruşturma yetkisi verildi.

(Buna bir de 3000 özel harekâtçı, 7500 bekçi ve 20.000 polis için kadro açılmasını, yani güvenlik aygıtına yapılan muazzam yığınağı ekleyip tabloyu tamamlayalım.)

İktidarın şahsileşmesinin, kişiselleşmesinin, egemenliğin mekânının değişmesinin, yani yeni bir devlet ve rejim kurulmasının yansımalarını izliyoruz hep birlikte. Dikkat edin, istihbaratın, yargının, askerin, hazinenin, üniversitelerin bağlandığı kişi sadece bir cumhurbaşkanı değil, bir partinin genel başkanı; yani devleti bir partinin genel başkanı yönetiyor, yani karşımızda apaçık bir parti-devleti rejimi var. Sadece bu mu, hayır, artık fiili olarak “milletvekili dokunulmazlığı” yok, savcıya verilecek tek bir talimatla her vekil kolaylıkla cezaevine gönderilebilir bundan sonra, yani Meclis üzerindeki “Saray vesayeti” daha da tahkim edilmiş ve egemenliğin mekânı kesin bir şekilde parlamentodan Saray’a kaymış durumda. Bekçileri, sayısı polisi geçen özel güvenlikçileri, özel harekâtçıları, polisleri ve askeri de eklediğimizde tablo tamamlanıyor: Yasama, yürütme, yargı artı güvenlik aygıtının “normatif devlet”e değil, “imtiyaz devleti”ne, yani tek adama, kişiselleşmiş iktidara bağlı olduğu yeni bir rejim bu karşımızdaki.

Devlet aygıtının ve rejimin biçimi değişirken, içeriğin, yani devletin ve rejimin ideolojisinin, dünya ve toplum tasavvurunun aynı kalması mümkün mü peki? Elbette ki değil. Her yeni rejim, yeni bir ideolojiyi, yeni bir dünya görüşünü beraberinde getiriyor, toplumu o ideoloji ve dünya görüşü etrafında şekillendirmek, biçimlendirmek istiyor. Her yeni rejim kendine uygun bir vatandaş modeli, bir “makbul vatandaş” yaratmak istiyor, dolayısıyla devlet ve rejim biçim değiştirirken, elbette ki içerik de değiştiriyor.

Bunu en somut olarak gözlemleyebileceğimiz yerlerden biri “milli günler ve bayramlar”. Uzunca bir süredir, Cumhuriyet’in milli gün ve bayramları önemsizleştirilir, değersizleştirilir, kamusal alandaki görünürlüğü ortadan kaldırılır ve kitlesel olarak kutlanır olmaktan çıkarılırken, yerlerine yenileri, yeni rejime ait olanlar ikame edilmek isteniyor. Böylelikle “yeni rejimin yeni milleti”ne uygun yeni “milli” günler ve bayramlar yaratılmış olunuyor.

Rejimler gelenek icat ederler, bu rejim de “gelenek icadı”na girişiyor. Selçuklu’dan Osmanlı’ya ve oradan da Türkiye’ye uzanan tek bir devlet fikri -ki bunun, yani Türklerin tarih boyunca tek bir devletinin olduğu, sadece yönetim ve isim değişikliklerine tanıklık edildiği tezinin sahibi Türkçü faşist ideolojinin kurucusu Nihal Atsız’dır- yeni bir keşif misali dillendiriliyor, böylece “Sistem değişse de devlet aynı” söylemi ile olan biten meşrulaştırılıyor. Tek devlet fikrinden yola çıkarak, Malazgirt, İstanbul’un Fethi, Çanakkale, Sarıkamış vs. “milli günler”e dönüştürülüyor, böylece “milli”nin de içeriği değişiyor ve 1923 Cumhuriyeti için ifade ettiği anlamdan bambaşka bir anlama, dini bir veçheye kavuşuyor.

Yine böylelikle hamaset üzerinden “küçük adam”ın emperyal hevesleri okşanıyor, gerçek dünyada attığı her adımda bataklığa saplanan yeni-Osmanlı fantezisi, okçuluk, ata binme ve kıl çadırda kalma gibi mizansenler üzerinden ve bir parodi olarak da olsa hayata geçirilebiliyor. Fantezinin bir anlığına gerçekmiş gibi görünmesi, arzunun sahte bir nesneyle de olsa tatmini, bir boşalma ve geçici bir rahatlama yaratıyor, kitle mobilizasyonu için gereken atmosfer bunun üzerinden, bu parodi evreni dolamıyla sağlanmış oluyor, yani rejim “gösteri”den, “şov”dan besleniyor, tabanını da bununla besliyor.

O halde şöyle bitirebiliriz: Türkiye’de hem biçimiyle hem içeriğiyle devlet ve rejim değişmiştir ve bu, siyasetin nasıl yapılacağını da doğrudan belirlemektedir, bu yokmuş gibi yapılacak bir adalet arayışının da, bu yokmuş gibi girilecek bir seçim sürecinin de herhangi bir karşılığı olmayacağı açıktır.