"Sol düşüncelerin toplumda, emekçi kesimlerle birlikte gençlik ve aydınlar arasında geniş bir taraftar kitlesi bulmasına karşı, sağda da dinci ve milliyetçi faşist örgütlenmeler ortaya çıkarıldı. Sağdaki yapılanmalarda, dünya çapındaki Soğuk Savaş döneminin ve devletin ABD kontrolü altında yapılandırılan bütün güvenlik aparatlarının dahli çok belirgindir."

Kıblesi 6. Filo olanlarla mücadele devam ediyor

12 Mart Cuntası her türlü sağ ideolojiyi desteklemek toplumsal muhalefeti ezmek, devrimcileri yok etmek için tezgâhladı ve uygulandı. Ama devrimcilerle ülke halkının kopmaz bağlarla birbirine bağlanmasını engelleyemedi, o ateşi söndüremedi. Dönemin tanığı, Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu Üyesi, devrimci hareketin önemli isimlerinden Oğuzhan Müftüoğlu ile cuntayı, sol yapıları ve 12 Mart’tan bugüne kalanları konuştuk.

Gençlikten köylülere, işçilerden aydınlara ve hatta askerlere toplumun tüm katmanlarında devrimci bir yükseliş dönemi yaşandı. Dev-Genç, 15-16 Haziran Direnişi gibi Türkiye toplumsal mücadele tarihinin en önemli gelişmeleri bu süreçte ortaya çıktı. Devrimci bir kuruluşun mayalandığı bu dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

27 Mayıs sonrasında Türkiye önemli bir sosyal ve siyasal hareketlilik içine girerken ben Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisiydim. Ancak önceleri üniversiteye dışardan devam ediyor, yeni yeni gelişmeye başlayan sol akımları ve gençlik hareketini takip ediyordum. Sonra FKF üyesi oldum, TİP’le ilgilendim. Dev-Genç eylemlerine katıldım. Anamur’da Türkiye’deki ilk köylü mitinglerinden birini TÖS üyesi arkadaşla birlikte örgütledik. 12 Mart geldiğinde ben Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu üyesiydim.

O dönemde Türkiye’de biraz da darbecilerin niyetlerinden bağımsız olarak 61 Anayasasının yapısından kaynaklı bir özgürlük ve toplumsal uyanış dönemi yaşandı. Sol düşüncelerin toplumda, özellikle emekçi kesimlerle birlikte gençlik ve aydınlar arasında geniş bir taraftar kitlesi bulmasına karşı, sağda da dinci, İslamcı hareketler ve milliyetçi faşist örgütlenmeler ortaya çıkarıldı. Sağdaki yapılanmalarda, dünya çapındaki Soğuk Savaş döneminin ve devletin ABD kontrolü altında yapılandırılan bütün güvenlik aparatlarının dahli çok belirgindir.

Bu ortamda ülkede ideolojik ve politik ayrışmaların, tartışmaların ve çatışmaların giderek ivme kazanarak yaygınlaştığı bir dönem oldu; hem sağ ve sol akımlar arasında hem de solun kendi içinde.

Genel olarak solun o dönemdeki ana karakteri kamusalcılığa dayanan, emek eksenli bir antiemperyalizm ve bağımsızlıkçılıktı. Sağın ana karakteri ise esas olarak solun gelişmesine bir reaksiyon olarak antikomünizme dayanıyordu. Dincilik, şeriatçılık, muhafazakârlık, Turancılık temelinde bir milliyetçilik... Bütün bu sağ eğilimleri birleştiren şey ‘antikomünizm’ idi. ‘Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin, ‘komando kamplarının’ ABD’nin kontrgerilla bağlantıları o dönemden bu yana çokça yazılıp çizilen gerçekler. Kanlı Pazar’da 6. Filo’yu protesto mitingine çivili sopalarla saldıran sağcıların Dolmabahçe’de kıble niyetine 6. Filo’ya karşı namaz kıldırıldıkları görüntüler, o dönemden akıllarda kalan ibretlik fotoğraflardan biridir. Bazen tek bir kare ne çok şey anlatabiliyor!

Biz, ülkemizde eşitlik ve özgürlük olsun, bağımsızlık ve demokrasi olsun diye Amerikan emperyalizmine karşı, sömürü düzenine karşı mücadele ederken sağcılar “Amerika gitsin, Rusya mı gelsin” diyerek mitinglerimize, yürüyüşlerimize saldırıyordu. Devletin denetim ve gözetimi altında, önceleri taşlı sopalı, sonra birçok arkadaşlarımızın ölümüyle sonuçlanan silahlı saldırılardı bunlar.

Bu şekilde, bu kadar açık seçik... Emperyalizmin Soğuk Savaş politikalarına teslim olmuş bir devletin, bile isteye, sözde komünizmi önleme adına FETÖcüsüyle metöcüsüyle sağın her çeşidini örgütleyip besleyerek, solu ezip yok ederek, 12 Martlardan 12 Eylüllerden geçerek Türkiye Cumhuriyeti’nin işte bu hallere getirilişi; Cumhuriyet’in harakirisinin bir hikâyesi.

12 Mart’a giden süreçte solda ortaya çıkan ve bugüne kadar sürüp gelen ideolojik ve siyasi ayrışmalar ile bölünmeler üzerine çok konuşulur. Bu bölünmeler ve ayrılıkların nedenleri konusunda bugünden geriye dönüp baktığınızda ne söylemek istersiniz?

Bu, çok geniş bir konu; bu konularda yığınla kitap yayımlanıyor, her yeni kitapla dipsiz bir kuyuya dönüşüyor. Bu yüzden şimdi, bu konuya dair yaşadıklarımdan ve okuduklarımdan anlayabildiğim kadar, satır başları olarak kısaca bir şeyler söylemekle yetinebilirim.

Sol içi ayrılıklar gerçek ideolojik ve politik nedenlerden kaynaklandığı gibi, bazen göründüğünden başka öznel vb. nedenlerden de kaynaklanmıştır. Dönemin en çok bilinen ayrılık konusu TİP ve MDD arasındaki ayrılık, sanılanın aksine ‘Sosyalist Devrim-Demokratik Devrim’ konusundaki bir ayrılık değildi. Zaten iki tarafın da programları aşağı yukarı aynı (antiemperyalist-demokratik) muhtevadaydı. Buna rağmen o dönemde tartışma ‘önümüzdeki devrimci adım sosyalist devrim mi, demokratik devrim mi’ şeklinde sürdürüldü. Aslında mesele daha çok TİP yöneticilerinin salt parlamentarizme dayalı bir anlayışla o dönemde hızla gelişmekte olan ve antiemperyalist antifaşist gençlik eylemleri karşısında olumsuz bir tutum takınmalarından kaynaklanıyordu. Dahası tartışmalar parti içi platformlarda sürdüğü bir sırada TİP yönetiminin antidemokratik bir tutumla tasfiyelere başvurması da ayrılığın kopma noktasına gelmesine yol açtı. Daha sonra Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya ve Macaristan’a müdahalesi karşısında M. Ali Aybar’ın karşı çıkışları nedeniyle TİP içinde bir kere daha ayrışma yaşandı.

Önceleri Mihri Belli etrafında kümelenen MDD saflarında da 12 Mart’a doğru derinleşen görüş ayrılıkları nedeniyle bütünlük sürdürülemedi.

MDD içindeki ayrışmaların kaynaklarından birisi de cuntaya karşı tavır meselesi. Perinçek grubu olarak bildiğimiz PDA’cılar var. Bugün özellikle Perinçek’in geldiği noktaya bakılınca pek çok insan da şaşırıyor. Siz bir söyleşinizde “Hiç şaşırmıyorum” demiştiniz. Sizlerin, PDA ayrışması neye dayanıyordu?

Bana göre PDA ve Perinçek meselesi, bu konuda küçük bir teferruattan ibaret bir mesele. Son günlerde biraz aktüalite konusu olması, iktidara verdiği destek nedeniyle yandaş medyada fazlaca yer verilmesinden kaynaklanıyor. O dönemlerde bir askeri darbe ihtimali ve bu ihtimal karşısındaki tavır meselesi sadece sol kesimleri değil hemen bütün ülke siyasetini yoğun olarak etkileyen bir meseleydi. Her şeyden önce dünya çapında Amerika, solcu ilerici hareketlerin geliştiği ülkelerde, sağcı-reaksiyoner militarist hareketleri desteklemenin yanı sıra denetim altına aldığı ordular vasıtasıyla askeri darbeleri de devreye sokmaya dayanan Soğuk Savaş politikaları uyguluyordu. (Böyle bir gelişme kendilerine yönelik bir ‘dolaylı saldırı’ olarak kabul ediliyordu!)

27 Mayıs, bu çerçeveye giren bir darbe değilse bile -örgütlendirilme sürecinde ABD’de kontrgerilla eğitimi görmüş Alparslan Türkeş gibi subayların bulunduğu bu darbenin icraatları da dikkate alındığında- en azından ABD onayı altında gerçekleşen bir darbe olduğunun kabul edilmesi gerekir. Buna rağmen bu darbenin, örgütleyicilerinin hesap etmediği gelişmelere yol açtığı da bir gerçektir. Bu nedenlerle 27 Mayıs’ın etkileri, bir ‘darbe ve darbecilik meselesi’ şeklinde, 60-70 yılları arasında, 12 Mart’a giden süreç boyunca ülke siyasetiyle birlikte sol hareketlerin de gündemi içinde kalmaya devam etti. Bu dönemde darbecilerin kontrgerilla uzmanı olanları sağ faşist örgütler kurdu; sonradan sola meyledenler de Madanoğlu ve Avcıoğlu etrafında bir ‘sol darbe’ fikriyatını sürdürdü. Devrim dergisi ve aydınlar arasındaki taraftarlarının etkisiyle kamuoyunda devamlı olarak bir ‘sol darbe’ söylencesi hep canlı tutuldu. Bu durumun devrimci hareket içinde bozucu bir rol oynadığını söylemek de hiç yanlış olmaz.

Bu eğilimin sol hareket içindeki ayrışmalarda da ciddi etkisi vardı. MDD içinde Doğu Perinçek etrafında kümelenen grubun Devrim dergisi çevresiyle yakın ilişkileri vardı. O zamanki Aydınlık dergisinde -özellikle Şahin Alpay tarafından yazılan- cuntacılığa ideolojik zemin hazırlamaya dönük yazılar yer alıyordu. Bu çerçevedeki farklılıklar MDD içindeki ilk bölünmeyi getirdi. Bu şekilde PDA’cılar olarak adlandırılan bu grup, ondan sonra Dev-Genç’ten de uzaklaştırıldı. Yeri gelmişken Doğu’nun bugünkü hallerine neden şaşırmadığım konusundaki soruya da yanıt vereyim. Doğu, 12 Mart sonrasındaki serüveninde önce Mao’nun ‘sosyal emperyalizm’ tahlilleri adına Sovyetler’e karşı ABD’nin desteklenmesi görüşlerini savundu, daha sonra (sözde Sovyetler’in Türkiye’yi işgaline karşı!) 12 Eylül Darbesi’ni ve Kenan Evren’i destekledi, savundu! Şimdi de (sözüm ona) ABD’ye karşı İslamcı faşizm saflarında! Gerçekten çok tutarlı.

Ama bu konuda Doğu’ya fazla da haksızlık etmemek için o dönemde Cuntacılık konusunda yalnız olmadığını eklemek isterim. Mihri Belli elbette doğrudan Cunta faaliyeti içinde değildi; zaten o sicilli bir komünist olduğu için istese de cuntacılar onu aralarına almazlardı. O, kendi anlatımlarıyla da sabit, bir vakıa olarak cunta faaliyetlerini takip etmeye ve o duruma uygun bir hat izlemeye çalışıyordu (Bize yolladığı bir mektupta cuntacıların kendisini her konuda doğru bilgilendirmediğini de yazmıştı). Ancak MDD içindeki ayrılıklar sonrasında Dev-Genç içinde onunla birlikte davranan arkadaşların bir kısmı daha çok cunta yanlısıydı diyebilirim. Bu konuda Kıvılcımlı’ya yakın tavırlı arkadaşlar daha net bir tutum içindeydi. Hasan Cemal’in yazdığı gibi, cuntacılar bazı gençleri silahlı provokatif eylemlere teşvik ediyordu. Benim de içinde yer aldığım Dev-Genç yönetimi olarak, bir darbe ortamının oluşturulması için istismar edilebilecek bu tür girişimleri engellemeye çalışıyorduk. Onlar bizim tutumumuza karşı, Devrim dergisi çevresiyle birlikte sert bir tepki gösteriyorlardı. THKO ve THKP-C’nin oluşumları ve eyleme dönüşme süreci bu kaotik ortamda ve bir bakıma da bu kaotik ortama karşı gerçekleşti.

12 Mart’a doğru darbenin geldiğini sağır sultan da duymuştu. Bizim bilmediklerimiz sonradan ortaya döküldü. Cuntanın başı general zaten ajanmış. MİT ve CIA tarafından baştan itibaren izlendiğinden kimsenin kuşkusu olmadığı 9 Mart Darbe Girişimi bahane edilerek ilan edilen 12 Mart Muhtırası, ordu içindeki ilerici yurtsever unsurların da tasfiye edilerek solun ve devrimci hareketlerin ezildiği, sağın ve gericiliğin yollarının döşendiği faşist darbeler zinciri içindeki yerini böyle aldı.


ANILARINA SAYGI VE ÖZLEMLE...

Cuntanın hedefi devrimcilerdi; büyük bir öfke ve kinle saldırdı devrimcilere. Sürek avı başlattı. Cuntadan sonra geçen bir yıl içinde yüzlerce genç ceza evlerine konurken, onlarcası da katledildi ama asla unutulmadılar. Her birinin ismi, fikirleri ve idealleriyle birlikte binlerce çocukta yaşamaya devam etti.

kiblesi-6-filo-olanlarla-mucadele-devam-ediyor-851913-1.

16 Mart 1971 Gemerek: Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan Sivas’ın Gemerek ilçesinde yakalandı. Mahkemeleri 16 Temmuz 1971 günü Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığında Baki Tuğ savcılığında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Mahkemesi’nde başlayıp 9 Ekim 1971 günü bitti. Davada Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idama mahkûm edildi.

17 Mayıs 1971 Elrom Kaçırıldı: İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom -cezaevinde idamla yargılanan THKO önderlerinin serbest bırakılması talebiyle- aralarında Ulaş Bardakçı ve Mahir Çayan’ın da olduğu THKP-C militanlarınca kaçırıldı.

31 Mayıs 1971 Nurhak: Sinan Cemgil, Alparslan Özdoğan ve Kadir Manga, Malatya’da Nurhak dağında öldürüldü.

1 Haziran 1971: Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir İstanbul Maltepe’de bir evde kuşatıldı. Kuşatma sonucunda Hüseyin Cevahir öldürülürken Mahir Çayan yaralı yakalandı.

kiblesi-6-filo-olanlarla-mucadele-devam-ediyor-851915-1.

29 Kasım 1971: Aralarında Ulaş Bardakçı, Cihan Alptekin, Ziya Yılmaz, Mahir Çayan’ın da olduğu devrimciler Maltepe Askeri Cezaevi’nden tünel kazarak firar etti.

19 Şubat 1972 İstanbul: Ulaş Bardakçı İstanbul Arnavutköy’de bulunduğu evde kuşatıldı. Çıkan çatışma sonucu öldürüldü.

30 Mart 1972 Kızıldere: Deniz’lerin asılmasını engellemek için NATO’nun Ünye’deki üssünde görev yapan askerleri rehin alan Mahir Çayan ve arkadaşları Tokat’ın Kızıldere köyünde kuşatıldı. Çayan ve dokuz arkadaşı katledildi.

6 Mayıs 1972: Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde idam edildi.