Kıbrıs Türk toplumunun devlet olma mücadelesi

N. NİLGÜN ÖNER TANGÖR

Türkiye’de uzun bir süredir Kıbrıs görüşmeleri ve Güney Doğu Akdeniz’deki hidrokarbonların paylaşımı konuları haricinde ana akım medyanın radarı dışında kalan Kuzey Kıbrıs siyaseti geçtiğimiz cuma günü yeniden manşetlerdeki yerini aldı.

Yanıltıcı bir başlıkla manşetlere taşınan konunun özü, Kuzey’deki Hizmet-Sen tarafından 2018 yılında açılan bir davaya ilişkin KKTC Anayasa Mahkemesi’nin 15 Nisan tarihinde verdiği karardı. Açılan davanın kapsamı temelde hem 55/2017 sayılı Din İşleri Dairesi (Kuruluş, Görev ve Çalışma Esasları) (Değişiklik) Yasası’nın 7. maddesi hem de esas yasa olan 29/1993 sayılı Din İşleri Dairesi (Kuruluş, Görev ve Çalışma Esasları) Yasası’na eklenen maddelerin Anayasa’nın laiklik (1), Eşitlik (8), Vicdan ve Din Özgürlüğü (23), Öğrenim ve Eğitim Hakkı (59) ve benzeri ilkelerine aykırı olup olmadığıydı.

Hizmet-Sen’in talebi Kuzey’de Kuran kursları açılmasının, işletilmesinin ve bu kursların gözetim ve denetimlerinin Din İşleri Dairesi tarafından değil, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılması yönündeydi. KKTC Anayasa Mahkemesi hükmünde bu kursların Din İşleri Dairesi tarafından düzenlenmesinin KKTC Anayasası’nın 1. Maddesinde yer alan laiklik ilkesine aykırı olduğunu, ancak Kuzey’de din görevlilerinin yer değişiklikleri ve yeterlik sınavlarının bu daire tarafından yapılmasının laiklik ilkesine aykırı olmadığını belirtti.

İçeriğinde Kuran kurslarının kapatılması yönünde herhangi bir ibare bulunmamasına rağmen, mesele Türkiye kamuoyuna bu şekilde yansıtıldı ve kararında Anayasa’nın laiklik ve Atatürk İlkeleri ve Devrimlerine ilişkin hükümlerine atıf yapan Mahkeme’ye Türkiye’den en üst düzeyde ve çok sert tepki geldi. Anayasa Mahkemesi Başkanı’na laikliği öğrenmesi salık verildi, Kuzey’e de kendisini Fransa zannetmemesi öğütlendi. Aslında var olmayan bir kapatma kararı “ideolojik ve dogmatik bir aklın ürünü” olarak nitelendirildi.

Türkiye’deki muhalif medya konuyu Kuzey’deki muhalefetin hiç hazzetmediği bir biçimde “Yavru Vatan” söylemini kullanarak manşetine taşıdı. Her ne kadar amaç “Yavru Vatan’la dahi kavga eden iktidar” olgusuna vurgu yapmak olsa da 1980 sonrası neoliberal dönüşüm sonucu yaşanan sosyal ihmal, yabancılaşma ve ekonomik krizlerden kendi nasibini alan yavru vatan artık 1974 sonrası yavru vatan değildi ve dolayısıyla bu söylemi manşete taşımak aslında iktidarın Kuzey’deki gücünü yeniden üretmesine ve muhalefetin sesini bastırmaya katkı sunmaktan öteye gitmedi. Meselenin içine Kuran kurslarının kapatıldığı spekülasyonu girince Türkiye’nin ana muhalefetinden de ses çıkmadı ancak çıksaydı da benzer içerikteki bir ‘Yavru Vatan’ söyleminin çok uzağına gitmeyeceğine dair bir görüşün Kuzey’de oldukça yaygın olduğunu söylemek gerekir.

Kıbrıs’a dönersek konunun asıl muhatabı olan Kuzey’deki muhalefet Türkiye’den gelen tepkiyi Kıbrıs Türk (KT) Halkının egemenliğine müdahale ve KKTC’nin var olma mücadelesini hiçe saymak olarak nitelendiriyor. 1980’lerle başlayan neoliberal dönüşüm süreciyle birlikte özünden koparılmış bir “yavru vatan” söylemi altında baskılanan eleştiri, görüş ve isteklerini Türkiye kamuoyuna doğru bir biçimde duyuramayan muhalefeti artık kimsenin dinlemeye niyeti de yok gibi görünüyor. Türkiye’nin 1974 öncesinde dahi dile getirdiği federal çözümü savundukları için tüm KT muhalefetini kısa yoldan vatan haini, Rum sevici veya nankör diyerek aşağılamak, Kıbrıs Türk Toplumu’nun (KTT) sorunlarına kulak tıkamayı da meşru hale getiriyor. Kuşkusuz 1980’lerden sonra Kıbrıslı Türkler ve Türkiye arasında yaşanan toplumsal yabancılaşma meselelerin iki tarafa da yanlış bir biçimde aksettirilmeye devam etmesine uygun bir zemin hazırladı. Türkiye’nin verdiği finansal yardımın Kuzey’e yapılan ihracat sayesinde misliyle Türkiye’ye döndüğünü de bu yardımın devamının 2000’lerin ikinci yarısından sonra kamunun (1974 sonrası kurulan KİT’lerin özelleştirilmesi yoluyla) küçülmesi koşuluna bağlandığını da bilmezden gelmek ikili ilişkilerin istenilen biçimde iç siyasete malzeme edilmesine ve eğilip bükülmesine imkân sağlıyor.

En son 2011 yılında yaşanan benzer bir polemikte ekonomik reform paketi adı altında Kuzey’de yaşanan özelleştirmeleri yani KTT’nin mülksüzleştirilmesini protesto eden sendikalara Başbakan Erdoğan’ın “Bizden beslenenler” diye hitap etmesi şok etkisi yaratmıştı. Bu ve benzeri tepeden bakan tavrın sonucunda KT muhalefeti haklı olarak meselenin özünü Türkiye’nin KKTC’nin kurumlarını, işleyişini ve siyasetçilerini yani yasama, yürütme ve yargısını ciddiye almaması, egemenliğini tanımaması olarak nitelendiriyor. KKTC Türkiye’yle birlikte uluslararası platformda 1983’den beri tanınma mücadelesi veriyorken yalnız Kıbrıs görüşmelerinin her kritik aşamasında değil, ikili ilişkilerde yaşanan her uyuşmazlıkta da tekrar tekrar gündeme getirilen Kuzey’in Türkiye’ye “bağımlı” olduğu vurgusu KTT’nin devlet olma mücadelesini etkisizleştiren ve müzakerelerdeki argümanlarıyla çelişen bir söylem. Zira bu söylemi aslında hem Kıbrıs Rum Hükümeti hem de AB Parlamentosu Kuzeyi ve Türkiye’yi Kıbrıs görüşmelerinde ve AB üyelik sürecinde deyim yerindeyse köşeye sıkıştırmak için sıklıkla kullanıyor. Peki, buna rağmen neden Türkiye’deki hükümetler benzer bir söylemi haklı çıkarmak için adeta birbirleriyle yarışırcasına Kuzey’le böyle bir polemik içerisine girmeye devam ediyorlar? Cevabı tarihsel bir arka plana bağlamadan önce kısa bir cevap vermek gerekirse; 1980’lerden sonra KTT’nin devlet olma mücadelesi sadece Rum milliyetçiliğine karşı değil, aynı zamanda Kuzey’de yaşanan neoliberal dönüşüme karşı da yürütülen bir süreç ve şüphesiz ki bu sürecin çatışmasız geçmesi beklenemez.

Kuşkusuz “milli dava” 1950’lerden bu yana önemli bir iç siyaset malzemesidir ve Türkiye kamuoyunun “hassas” olduğu konuların başında Kıbrıs meselesi var. Bu özelliği konunun uluslararası platformda yaratacağı yankılardan ziyade ulusal düzlemdeki algıya yönelik söylemlerle ele alınmasına yol açıyor. Kısacası konunun popülaritesi onu günlük siyasetin fetişi haline getirmiş ve dolayısıyla her fetişleştirilmiş konu gibi o da özünden kopmuş durumda.

Ancak yaklaşık 40 yıldır baskın olan bağımlılık söylemi genel anlamda yukarıda çizilen çerçevede sürekli yeniden üretilmeye devam ediyor olsa da son yıllarda egemenlik meselesi üzerine sıklığı ve şiddeti artan karşılıklı atışmalar Kuzey’le Türkiye arasındaki ikili ilişkinin yapısına ve özüne dair farklı bir durumun varlığını su yüzüne çıkardı. Türkiye’deki iktidarların giderek dozu artan baskıcı söylemi ve bağımlılık vurgusu aslında tek yönlü değil, karşılıklı bir bağımlılık ilişkisinin var olduğunun ve ikili ilişkiyi sürekli yeniden yapılandıran bir iktidar savaşının süregeldiğinin göstergesi. Bağımlılık söyleminin bu derece öne çıkarılması ve ortaya konan sert üslup aslında Kıbrıs Türk Devleti’nin Türkiye’ye salt bağımlılığına değil, bu devletin Türkiye’nin içerisinde hegemon bir güç haline geldiği Kuzey’deki güç blokuna görece özerk konumuna işaret ediyor. Türkiye’nin bu güç bloku içerisindeki gücü de mutlak ve sabit değerlere dayanan bir güç olmaktan öte dinamik sınıf mücadeleleriyle belirlenen ve sürekli olarak yeniden üretilmesi gereken bir olgu. Yaşanan gerilim ve tartışmalar bu yeniden üretim anlarının (krizlerinin) dışavurumu olarak değerlendirilmeli. Yani aslında Kuzey’e yapılan her “Haddinizi bilin” uyarısı, Türkiye siyasetinin halen içselleştiremediği bir eşitlik ilişkisini ifade ediyor. Oysaki 1960’lardan bu yana Kıbrıslı Türkler, Türkiye’den gelen her yol haritasını kendi toplumsal koşulları ve zamansallığı içerisinde çoğunlukla kısmi olarak uyguladı. İkili ilişkiler daima belirli müzakereler ve pazarlıklar çerçevesinde yürütüldü ve en kritik anlarda dahi bir emir-komuta zincirinin takip edildiği söylenemez. Bu durum bugüne kadar kalıcı bir kriz haline gelmediyse bunda KT liderliği ve Türkiye arasındaki derin ilişkilerin payı var ancak Denktaş’ın gidişiyle ve Annan Planı’yla birlikte Kuzey’de değişen güç dengeleri krizleri yönetilebilir olmaktan çıkardı.

Şöyle ki; cuma günü kopan fırtına benzerlerinin Türkiye ve Kuzey arasında daha önce de yaşandığı bir iktidar savaşının devamı olarak algılanmalı. Bu iktidar savaşı adada kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimiyle şekillenen Kıbrıs sorununun gelişimiyle da yakından ilişkili. 1963’de başlayan toplumlararası uyuşmazlık ve şiddet olaylarını takiben Ada’da yaşayan Kıbrıslı Türkler yalnızca Kıbrıs Cumhuriyeti yönetiminin değil, üretim ilişkilerinin de dışına itildiler. Bu dışlanmanın sonucunda oldukça zor yıllar geçiren Kıbrıs Türk toplumuna yaptığı insani ve finansal yardımlarla Türkiye KTT’nin güç bloku içerisinde etkin bir güç olarak yer edinmeye başladı. 1967’de önce Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi’ni kuran, 1971’de 12 Mart Muhtırası döneminde “geçici” ibaresinden kurtularak Kıbrıs Türk yönetimi etrafında toplanan Kıbrıs Türk burjuvazisi için Türkiye’den gelen destek hayati bir önem taşıyordu ancak Türkiye 1974’e kadar KTT’nin iç meselelerine ancak bir dış güç olarak müdahildi ve “yaptırım” gücü sınırlıydı.

1974’de enosis taraftarı Kıbrıslı Rum güçler Atina destekli bir askeri darbe girişimi yapınca adaya garantör ülke olarak askeri müdahalede bulunan Türkiye bu darbe girişimini etkisiz hale getirdi ve adada kalıcı bir iç güç haline geldi. 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulmasıyla başlayan yeni dönemde adada yaşanan fiili bölünme ve siyasi-ekonomik kırılma Türkiye’yi Kuzey’in yeniden yapılanmasında önemli bir katkı sunduğu güç bloku içerisinde hegemon bir güç haline getirmişti.

1974’den sonra kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi çerçevesinde şekillenen Kıbrıs Türk Devleti-Türkiye ilişkisinde Kıbrıs meselesi Türkiye’nin siyasi, ekonomik, jeopolitik açmazlarının da kilit noktası haline geldi. Kuzey’de kurulan kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT) ve Türkiye’deki KİT’ler kurumsal bir çatı altında birleşmişlerdi. Bu dönemde Türkiye’nin önceliği KTT’nin ekonomik bağımsızlığının sağlanması oldu. Kıbrıslı Rumlardan kalan sanayinin üzerine kurulan ve KTFD ekonomisinin belkemiği olan KİT’lerle olan bağı ve Kuzey’deki askeri varlığı Türkiye’nin Kuzey’de etkin bir aktör olmasını sağladı. Ancak 1980 askeri darbesinin ardından başlayan neoliberal dönüşüm Kıbrıslı Türkleri bir kez daha üretim sürecinden kopardı. 1974 sonrasında bin bir zorlukla inşa edilen ve zaten kırılgan olan sanayisi kademeli olarak özelleştirme adı altında yok edildi. Özal Hükümetleri açık bir biçimde KTT’yi işçi değil memur olmaya, üretmeye değil tüketmeye teşvik etti ve “yavru vatan” söylemi 1980 sonrasında Türkiye’nin yaşadığı neoliberal dönüşüme paralel olarak Kuzey’de başlayan dönüşümü hem gizlemek hem de su yüzüne çıktığı anlarda bunu meşrulaştırmak için araçsallaştırılan bir söylem oldu.

Bugünlerde yaşanan siyasi krizi bu tarihsel arka planda değerlendirmek ve Kıbrıs Türk Devlet olma mücadelesinin bir parçası olarak görmek gerekiyor. Önümüzdeki süreçte federal çözümü destekleyenlerin giderek marjinalleştirileceği ve iki devletli çözümün ön planda olacağı açık. Bu söylemin KTT içerisinde ne kadar karşılık bulacağı şu an için Türkiye’deki iktidarın gündemini çok meşgul etmiyor gibi görünse de bu durum meselenin Türkiye’nin AB’yle ilişkilerine nasıl yansıyacağıyla da yakından ilişkili. Dolayısıyla KKTC bir süre daha benzer krizlerle gündemde olmaya devam edecek gibi görünüyor. Eğer kriz yönetimini tümüyle iktidarın eline bırakmak istemiyorlarsa Türkiye’deki muhalif medyaya ve ana muhalefete düşen görev ikili ilişkilere dair alternatif bir yaklaşımı benimseyip onu güçlendirmek ve KT muhalefetinin sesini Türkiye kamuoyuna duyurmaya aracı olmak olmalıdır.