Marx’a atıfla burjuvazinin hamleleri bir şimşek gibiyse, işçi sınıfının uzun vadeli, belirsiz ama süregiden mücadelesi gök gürültüsünü andırır

Kıdem, grevler ve işçi sınıfının Haziran günleri

Şaibeli bir referandumun ardından, OHAL koşullarında, toplumun büyük bir kesimi derin bir endişe ve kaygı içindeyken, siyasal iktidar ve sermaye, işçi sınıfını hedef alan politikalar için oldukça net adımlar atıyor. Bir kez daha ortaya çıkıyor ki, “sermaye puslu havayı sever.” OHAL’in puslu ortamında, işçilerin kazanımlarını hedef alan uygulamalarının karşısında durabilmek için işçi sınıfının söze ve siyasete ihtiyacı var.

Siyasal iktidarın işçi sınıfına karşı düzenlemelerinde dört başlık öne çıkıyor: Grev yasakları, arabuluculuk yasası, kıdem tazminatı fonu ve emek piyasasının esnekleşmesi. Kazanılmış hakları gasp eden bu düzenlemeleri puslu havada meclisten geçirmenin yollarını aradıkları açık. OHAL döneminde, “milli mutabakat” söylemi dayatılırken, sermaye sınıfının kendi çıkarlarını, hiçbir mutabakat aramaksızın siyasi irade haline getirmesinin karşısında durmak gerekiyor. OHAL’de koşullar iki misli karanlıksa işçiler ve sınıf siyaseti de iki misli kararlı olmalı.

Kazanılmış haklara karşı saldırılar

İlk olarak, grev hakkı sınıf mücadelesinin en etkili aracıdır. Grev erteleme, açık bir sınıf tercihinin ürünüdür. Grev hakkını en güzel anlatan ise Hasan Hüseyin’in Türkiye çalışma ilişkileri tarihinde özel bir önemi olan 1963 Kavel Grevi için kaleme aldığı şiirdir: “Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada, Güneşe karışmadıkça etim, Kavel Grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim. Eğer izin verirlerse Kavel Grevcileri, ilk çocuğumun adını Kavel koyacağım.” Dolayısıyla grev, mevzuatla sınırlı teknik bir çalışma ilişkisi değil, işçi sınıfının hem dünyada hem ülkemizde ciddi mücadelelerle kazandığı tarihsel bir haktır.

Son günlerde Birleşik Metal-İş, Kristal-İş, Banksis ve Petrol-İş üyesi işçilerin grevleri “ertelendi.” Hükümet için hukuki bir geri bırakma olarak savunulan “erteleme”, işçi sınıfı için fiilen “yasaklama”dır. Ertelemelere neden olarak ise genel sağlığı bozucu ve milli güvenliği bozucu nedenler ifade ediliyor. Bu süreçte dikkat çeken bir nokta da, Banksis’in örgütlediği Akbank grevinin, “ekonomik ve finansal istikrarı bozucu” olduğu gerekçesiyle ertelenmesi. Bu durum hükümet ve sermaye sınıfı ilişkisinin derinliğini serimliyor. Tüm bunlar gösteriyor ki, ülkede grev hakkının hukuksal güvencesi kalmamıştır. Artık bütün grevler siyasal iktidarın iznine bağlıdır ve istemediği her grevi erteleyebilir. Bu hoyratlık, halihazırdaki düşük örgütlülük düzeyine ve sendikal hareketin zayıflıklarına rağmen, sınıf hareketliliğinin siyasal iktidarı rahatsız etmedeki gücünü bir kere daha kanıtlıyor

İkinci olarak, işçi-işveren arası ihtilaflar, çalışma ilişkileri ve toplumsal düzenle ilgilidir. Arabuluculuk müessesesi ise bu toplumsal boyutu ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu düzenleme şu anda Meclis alt komisyonlarında görüşülüyor, yakın zamanda ise yasalaşması planlanıyor. Arabulucuk yasası, işçi ve patron arasındaki uyuşmazlıklarda mahkemeye gitmeden önce arabulucuya başvurulmasını zorunlu hale getiriyor. Oysa işçi ve işveren arasındaki ihtilaflar sadece taraflar arası çekişme değildir, toplumsal ilişkilerle ilgili bir çatışmadır. Arabuluculuk müessesi ise, işçi-işveren ihtilafının toplumsal yönünü ortadan kaldırıp, bunu iki kişi arasındaki basit bir bireysel ilişkiye dönüştürmeyi amaçlayan liberal bir düzenlemedir. Dolayısıyla emeğin kolektif varlığını hukuki düzeyde de yok saymanın bir aracıdır.

kidem-grevler-ve-isci-sinifinin-haziran-gunleri-301244-1.

Üçüncü olarak, kıdem tazminatı işçi sınıfının emanetidir ve bu emanete sahip çıkmak sınıf siyasetinin sorumluluğudur. Bugünlerde kıdem tazminatının fona devredilmesi tartışması gündemde. Kıdem tazminatı, Cumhuriyet döneminin en önemli kazanımlarından biridir. İlk başlarda işçiler açısından maddi bir güvence sağlarken, yıllar içinde işverenin keyfi işten çıkarmalarına karşı işçiyi koruyan bir iş güvencesi görevi üstlenmiştir. Kıdem tazminatının fona devredilmesi halinde, kıdem tazminatının işçi için üstlendiği koruyucu rol ortadan kalkacak ve işten çıkarmalar kolaylaşacaktır. Ayrıca bu fonun amacı dışında kullanılma riski de oldukça yüksektir.

Son olarak, emek piyasasında işçileri koruyan sosyal ve sendikal haklar uzun soluklu mücadele ile elde edilmiş haklardır. Oysa son yıllarda emek piyasasının esnekleştirilmesi, diğer bir deyişle, işçi lehine tüm düzenlemelerden arındırılması temel amaç. Her tür torba yasadan emek piyasasını esnekleştiren bir düzenleme çıkması hiç şaşırtıcı değil. Emek piyasasının esnekleşmesi, güvencesizlik ve geleceksizliği sınıfın yaşama biçimi haline getiriyor: Hiçbir sosyal, sendikal hakka sahip olmadan yarı zamanlı çalışma, çağrı üzerine çalışma, kiralık işçilik… İstihdam biçimlerinin farklılaşması sınıf içi farklılıkları derinleştiriyor, farklılaşmanın pekişmesine yol açıyor. Diğer yandan ise, çeşitlenmiş istihdam biçimlerini yatay kesen bir temel eğilim de mevcut. Metin Özuğurlu›nun “yaşamları parçalanırken yazgıları birleşenler” ifadesi bu durumu oldukça net anlatıyor. Yeni işçi sınıfı, yaşamları parçalanırken yazgıları birleşenlerdir.

Sınıfın hafızasında Haziran

kidem-grevler-ve-isci-sinifinin-haziran-gunleri-301243-1.

Bu karanlık tabloda, emek cephesi içinde yol bulma, yol açma girişimleri de sürüyor elbette: Haziran ayının 5’inde CHP Emek Büroları tarafından düzenlenen Kıdem Tazminatı Çalıştayı›nda üç büyük işçi konfederasyonu uzun zaman sonra bir araya geldiler. Kıdem tazminatına yönelik tespit, itiraz ve taleplerde ortaklaştılar. Ortaklaşılan nokta, kazanılmış haklardan taviz vermeden tüm işçilerin bugün ve gelecekte kıdem tazminatına erişim hakkının savunulması oldu. Uzun süre sonra yaşanan bu ortaklık, sınıf siyasetinin önümüzdeki günlerde örüleceği mücadele hattı için anlamlıdır.

Bu noktada Emek Platformu, işçi sınıfının önemli birlikteliklerinden biri olarak öğretici deneyimler barındırıyor. 1990’ların sonunda oluşturulan bu platform, 2000’li yılların başında ekonomik krize ve Dünya Bankası programına karşı ortak bir emek hattı örülmesinde başı çekmiştir. Türkiye’nin sınıf mücadelesi tarihinde böylesi deneyimleri bugünün koşullarıyla yeniden değerlendirmek, toplumsal muhalefetin gündemine yeniden taşımak kıymetlidir. Emek cephesinin birliği, toplumdaki fay hatlarını eşitlik ve demokrasi yönünde aşabilmek ve toplumu yeniden örgütleyebilmek için bugün her zamankinden daha önemli.

Haziran, işçi sınıfı için direniş ayıdır bir anlamda: 15-16 Haziran, Haziran Direnişi... Turgut Uyar, boşuna demez, “Ve bizim bir haziranımız. Bir yıl kadar yetecektir dünyaya.” Bu direnişler, yalnız işçi sınıfı için değil, sermaye sınıfı için de önemli eşiklerdir. Çünkü sermaye sınıfının bir müktesebatı vardır. Diğer bir deyişle, sermayenin, işçi sınıfının eylem, itiraz ve taleplerine ilişkin canlı bir hafızası vardır. Bu hafıza kimi biçimlerde örgütlenir ve hem kurumsal hem de bireysel boyutlarda kriz anlarında görünür olur. Buna karşı işçi sınıfı böylesi bir “örgütlü” müktesebattan yoksun görünse de sınıfın derindeki kültürel ve tarihsel kodları böylesi anlarda yeniden harekete geçer.

Marx’a atıfla burjuvazinin hamleleri bir şimşek gibiyse, işçi sınıfının uzun vadeli, belirsiz ama süregiden mücadelesi gök gürültüsünü andırır. Yazın başlangıcı Haziran, işçi sınıfı için bir yağmur ayıdır. Üç konfederasyonun uzun bir süreden sonra ortak bir metne imza attığı bu gelişmeyi de Haziran’a yazalım.

Üç konfederasyon bir araya geldiler. O kadar da imkânsız bir durum değilmiş. Onları bir araya getiren şey sınıf meselesiydi. Sınıf meselesini merkeze alan etkili bir toplumsal muhalefet, emek cephesini bir araya gelmeye zorlayacaktır. Uzun süredir ilk kez bir araya geldiler, bir daha gelecekler, sonra bir kez daha, bir kez daha...