12Eylülcüler tarafından anayasayı değiştirmek suçuyla yargılananlardan (ve bu yargılaması AKP döneminde de sürmekte olanlardan) birisiyim. Malum, bizleri...

12Eylülcüler tarafından anayasayı değiştirmek suçuyla yargılananlardan (ve bu yargılaması AKP döneminde de sürmekte olanlardan) birisiyim. Malum, bizleri anayasayı değiştirmekle suçlayan 12 Eylülcüler, hattı zatında 1960 anayasasını cebren ve darbe yoluyla ilga etmişler, şeffaf zarflarla yaptıkları bir referandumla da şu memlekete on yıllardır çıkarılamayan bir anayasa kazığı atmışlardı...
Ancak bu anayasa da ülkeyi yönetenlerin arzusu doğrultusunda çeşitli kereler değiştirildi, Özal’ın “bir kere delinmekle bir şeycikler olmaz” lafının eşliğinde delik deşik halde bugüne dek geldi... Mesela anayasanın asli maddelerinden devletçilik dahi gitti, yerine özelleştirmecilik yerleşti. Sistemin (iktisadi ve siyasi kapitalizmin) mantığı böylesini gerektirmişti.
Peki ama, sistemin mantığı ve de ihtiyacı ile demokrasi nosyonu özdeş mi? Ne münasebet, öncelikle sistemin kendi iç işleyişi ve iç işleri söz konusu... Hal böyleyken öyle de değiştirir böyle de... Bizler ise bu sistemin bütünüyle değişmesi gerektiğini söyleyen bir yerde durduğumuzdan, şu kadar değişiklik iyidir, yok bu kadar iyidir demekle yetinemeyiz.
Öte yandan bu değişikliklerin teknik mahiyetlerini de en iyi anayasa uzmanları bilir. Mesela bizim cenahtan (sadece köşe yazarı değil) anayasa uzmanı olan İbrahim Kaboğlu hocamız kısaca der ki, bu değişiklik işi hukuken tam bir aldatmacadır! İşin hukuki (teknik) kısmı böyle...
Sistemin mantığı (iç işleyişi) açısından da işin teknik kısmı önemli değil mi? Mesela mimarla, mühendisle tartışacağın şeyler vardır, tartışamayacağın şeyler vardır... Binanın statiğini, hesabını kitabını onlarla tartışamazsın. Çimento kullanma alçı kullan, demir yerine bakır kullan dediğinde zırvalarsın. Ama kaç odalı bir ev istediğini, pencere sayısını filan tarif edersin. Bu da işin ikinci boyutudur.
Sistemin mantığına itirazlarımızı saklı tutarak, bu anayasa tartışmasına ancak böylesi ikinci boyutundan katılabiliriz. Yani işin siyasi boyutundan... Ancak bu boyutta siyaseten taraf tutarak kesilen ahkâmlar, “evet evet” diye atılan şuh çığlıklar, işin hukuki (teknik) boyutunu zaten boğuntuya getiriyor. Görüyoruz işte: sistemin statiğini tamamen bozarak burjuva demokrasisini de bütünüyle imkânsızlaştıran (vesayeti birinden alıp diğerine nakleden) değişikliklerle karşı karşıyayız.
En histerik gerekçe sivilleşme adına olanı. Oysa bu memlekette sivilleşmenin bir yanı cemaatleşme (şirketleşme) iken diğer yanı da bu yüzden “özelleştirme” şeklinde tecelli ediyor. Özelleştirme, neo-liberalizmin olmazsa olmazı... Grev yasakçılığı da öyle... (Aziz Çelik yazmıştı: “AKP’nin Anayasanın sendikal haklarla ilgili maddelerinde yaptığı değişiklikler, ILO sözleşmelerinin ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin ve uluslararası çalışma hukukunun ihlali anlamına gelmektedir. Anayasa değişikliği grev yasaklarını kaldırmamış, genel grev ve siyasi grev hakkı getirmemiş, tersine memurlar için mutlak grev yasağı getirmiştir.”)
Öte yandan, neo-liberalizm filan dediğimizde bunu okkalı bir laf da sanmamak gerekir. Yahu bu düpedüz günümüzdeki küresel bir bezirgânlıktır, tefeciliktir. AKP’liler de bunun post modern versiyonları... Akılları fikirleri piyasadadır, dinleri imanları da öyledir... Bunların şeriatçılığı dahi kapitalizmin piyasa kitabına uygundur (bkz. Finans sektöründeki tefecilik!).
•••
İşte bu yüzden hiç de tesadüf olmayan bir şekilde Kürt meselesini de aynı düzlemde, piyasacı bir tarzda ele alıyorlar... Evet, “özel ordu”dan söz ediyorum.
Star gazetesi manşeti şöyleydi: “Sınıra özel Mehmetçik!” Sonunda onu da özelleştirdiler... Ama bu konuda hiç de öncü sayılamazlar. ABD bu haltı Irak işgali sırasında, vahşetiyle ün salan, para için kelle koparan özel Blackwater ordusuyla çok önceden becermişti.
Bu konularda uzman olduğu anlaşılan akademisyen bir okurum mektubunda şöyle diyor: “Bana göre ‘profesyonel ordu’ yaratma konusunda Ampül Partisi'nin son girişimleri, Blackwater tarzı ‘war business’e [savaş sektörü] giden ilk adımlar, belki de Müslüman neo-conservative'lerin [yeni muhafazakârların] Blackwater'ları olarak yaratılacak para basan, terör saçan yeni savaş oyuncakları ve bölgede kök salacak yeni yeni jitemciklerin ilk tohumları. Ve tabii ki, ABD'nin Türk ordusu üzerindeki neo-liberal, neo-conservative planlarının bir parçası...”
Ama bir dakika! “Özel ordu” diyen AKP’nin demek ki bırakın kısa vadeyi orta vadede bile barışçıl çözüme filan niyeti yok... Ya da? PKK’yi kısa dönemde alt edemeyeceğini itiraf etmiş oluyordur.
Hele bu konunun nasıl tartışıldığına da bir bakın... “Badem bıyık mı? Sarkık bıyık mı?” Yani 16 Mart İstanbul Üniversitesi, Bahçelievler TİP katliamı gibi, ya da Maraş katliamı “ortak yapımı” gibi yahut da 1992 Temmuzundaki Sivas katliamı gibi olsun derken sadece “tarzı” tartışmış oluyorlar. Ama ikisi de “made in USA” değil mi? Çünkü... Kontrgerilla, zaten “made in USA”...
•••
Peki biz ne diyoruz? 12 Eylül Anayasa’sının, bir nevi kontrgerilla anayasasının değişikliğine elbette evet... Ama... Yalana hayır!
Sekiz yıldır sadece kendisine Müslüman ve demokrat olduğunu ispatlamış bir AKP’nin peşinde hâlâ demokrasi arayışına hayır. AKP,  AB müktesebatıyla demokrasi getireceğim dedi, bu müktesebattaki neo-liberalizmi tümden kabul etti, demokrasi tınılı her şeyinden yan çizdi, yani yalan söyledi. Sağlıkta halk yararına yenilikler getiriyorum dedi, sağlık sektörünü özelleştirmeye girişti, yalan söyledi... Kürt açılımı yapacağım dedi, yalan söyledi...YÖK’e karşıyım dedi, kendi adamlarını yerleştirdi, sorunu çözmedi, yalan söyledi.
Şimdi de HSYK’nın, Anayasa Mahkemesi’nin işleyişine karşıyım diyor; kendi adamlarını yerleştirecek, sorun kendisi için bitecek, demokrasi filan hak getirecek; yani şimdi anayasa değişikliğiyle demokrasi getiriyorum diyor ve elbette yine yalan söylüyor... Ve hâlâ eskiden solcu olup şimdi AKP sayesinde semirmiş kelleleriyle sırıtan ibişler, “azıcık da olsa bunlar iyidir yahu, kanaat edin” diyorlar, vesayetin el değiştirmesini bize “vesayet çatırdıyor” diye yutturmaya kalkıyorlar...  Onlar da ibiş ibiş yalan söylüyorlar...
Her şey bir yana, zaten bir sürü şeyi tek pakete tıkıştırdığı için yapısı itibarıyla hiç de demokratik filan olmayan bir referandumda şimdilik AKP’nin yalanlarına evet ya da hayır deme seçeneğinden başka bir şey sunulmuyor...
Hayır diyecek olanları 12 Eylül anayasasını savunmakla suçlayanlar da, hattı zatında yapacakları referandumda şu memlekete on yıllar boyunca çıkarılamayacak yeni bir anayasal kazık atmak üzereler...
İşte bu yüzden, “12 Eylül'de 2 HAYIR Birden” (www.ikihayirbirden.com) kampanyasına elbette imzamı attım. Çünkü:
“AKP anayasa değişikliği ile kendi tekelci iktidarını kurmak; piyasayı ve cemaatleri sınırlandırılamaz ve yargılanamaz kılmayı amaçlıyor. 12 Eylül faşist anayasası bu değişikle yenileniyor ve kuvvetlendiriliyor. 12 Eylül'ün ve onun ürünlerinden birisi olan AKP'nin anayasası ile hesaplaşmak için referandumda 2 Hayır birden diyeceğiz. 12 Eylül Anayasasına da AKP'nin anayasasına da HAYIR. Demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir anayasa istiyoruz. Bunu ancak mücadele edenlerin, kendi elleriyle yazacağını biliyoruz.”
Bir de şunu çok iyi biliyoruz: Elbette ki bir referandum “hayır”ı ile sistem değişmez, ama dünyayı değiştirenler de zaten “hayır” diyenler arasından çıkar.
Son olarak, geçenlerde kötü nama sahip bir köşe yazarı, AKP yalakalığı adına önüne gelene alenen “bok” kelimesini kullanarak sataşmıştı ya, yazımın başlığı da oradan aklıma geldi:
Kılavuzu AKP olanın... Burnu enginardıçlardan kurtulmazmış...