İlk bakışta insanları ikiye ayırmaya eğilimliyiz. Kılıksızlar ve kılıklılar. Kılığımızı korumak, kimliğimizi korumaktır

Kılıklılar ve kılıksızlar

İlk bakışta bizi ele veren nedir? Tabii ki kılığımız. Çıplak bedenimize yüklediğimiz niteliklerle kimliğimizi yaratıyoruz. Bu nitelikler giysilerdir. Nesneleri de dış görünüşlerine göre yargılıyoruz. Nesne ile insan arasında fark olmalı. İnsan bir nesne değildir; tükenmeyen bir bellek, düşünce ve duygu yumağı. Ama insanı ilk bakışta görünmeyen zihinsel ve duyumsal kudreti ile değil, üzerinde taşıdığı görünür niteliklerle tanımlıyoruz. Bugün bu görünür nitelikler markalardır. Markalarla kılıklı hale geliyor ve kimlikleniyoruz. Marka şehirler, marka nesneler gibi marka bireylerden söz ettiğimiz bir çağda markasız giyinenler kılıksızlığa yakın duruyor.

Kılıklı olmak, toplum içinde tanınır olmak, kabul görmektir. Giysilerle bir persona yaratırız kendimize. Roma’da sadece soyluların personaları ve personaliteleri vardı, yani kişilikleri. Kölelerin ise personaları olmadığı gibi kişilikleri de yoktur, kılıksızdırlar. Persona bir sınıflandırma meselesidir. Tıpkı tikel nesnelerin arasında niteliklerini soyutlayarak kısmi özdeşlikler kurmamız gibi, insanları da personalarına göre kümelerin içine yerleştirdiğimizde içimiz rahat ediyor. Sınıflandırmadan kaçan, aynı anda hem o hem de bu olan bir şey bizi rahatsız edecektir; uykularımızı kaçırır. Kütüphanemizi düzenlerken bazı kitapları bir sınıflandırmaya dahil edememek mesela. Hiçbir yazınsal türe uymazlar ve hangi kitapların arasına yerleştireceğimiz konusunda kararsız kalırız. Sıkıntımız, bu kitaba bir kimlik verememektir. O kitap bizim için çok değerlidir ama bir kimliği olmadığı için yapabileceğimiz tek şey, bu tür kitaplara ayrı bir raf tahsis etmektir, tıpkı kılıksızları ayrı bir kategoriye yerleştirmek gibi.

Niye sınıflandıramıyoruz, bir kimlik biçemiyoruz bir kitaba? Bildiğimiz yazın türlerinin hiçbirine benzemediği için. Aynı anda hem o, hem de budur. Yazın türleri arasındaki sınırları aşındırdığı ve her türlü kimliklendirmeden kaçtığı için. Yine de severiz bu kitabı. Bizi kapatıldığımız sınırlardan kaçırdığı için. Oysa sınıflandırma yöntemi sadece benzer şeyler arasında yakınlaşmalar kuracaktır. Kimlikli varlıklar olarak biz de benzerlerimizle aynı konutların içine kapatılıyoruz. Oturduğumuz siteler klasörlerdir. Aşina yüzlerden oluşan yüzler kataloğu. Bu yüzden her konut sitesi biraz da Facebook’u andırır. Sanal bir sitedir. Bedensel ilişkilerin olmadığı, sadece kataloglanan yüzlerden oluşan web siteleri.

İlk bakışta insanları ikiye ayırmaya eğilimliyiz. Kılıksızlar ve kılıklılar. Kılığımızı korumak, kimliğimizi korumaktır. Kılıksızlığa doğru kaydığınızda yer ve işlevle belirlenmiş toplumsal kimliğinizi yitirmişsiniz demektir. Bu yüzden kılıklarına özen gösterenler, kimliklerini yitirebilecekleri bir sürece katılmaktan imtina ederler. Ama Fransız Devrimi’ni kılıksızlar, “Sans Culottes” yapmıştır. Kılıksız, “lumpen”e yakındır. Almanca lumpen, paçavra demek. “Lumpensammler” ise Charles Baudelaire’in paçavra toplayıcısı. Kılıklarını yitirmek istemeyenler, etliye sütlüye karışmayanlardır.

Acaba kılık bizi toplumsal dönüşümlere katılmaktan, dönüşmekten mi alı koyuyor? Sabit bir yer ve işlevle tanımlanmış bir kimlikle toplumsal dönüşümden kılığımızı, kimliğimizi yitirmeden çıkabilir miyiz? Kılık özen ister. Kılığınızı koruduğunuz sürece bir sürece katılamazsınız. Titiz davranmanız gerekecek. Ütülü giysilerinizi, yapılı saçlarınızı hayatın akışı bozabilir. Akışa, sürece katıldığınızda koruyup kolladığınız kılık artık eski kılık değildir, kendinizi tanıyamazsınız. August Strindberg’in “Açık Deniz Kıyısında” romanında, balıkçılık uzmanı, sabit formların ortamı olan karadan, akışların ortamı denize açıldığında, bir sürece katıldığında kılık değiştirmiştir. Açık denizdeki tekne yolculuğu, formunu yitirmesine yol açar. Üst sınıflara özgü şık ve pahalı giyisisi deniz yolculuğunun sonunda bir paçavraya dönüşür: “Gömleğinin kalkık, beyaz yakası, boynunu kirli bir paçavra gibi kuşatmıştı… bütün parmakları, patlamış eldivenden dışarıya çıkmıştı… Timsah derisi küçük potinler, tekmil parlaklık ve şekillerini kaybetmişti” (Varlık). Ilya Repin’in 1905 Rus Devrimi’nin arifesinde yaptığı “İşte Özgürlük!” (1903) tablosundaki dalgaların arasındaki iki kentli birey de çok geçmeden paçavraya dönüşecek ve kılıksızlaşacaklardır. Artık onlar aynı anda hem o hem de budur, tıpkı çocuklar gibi neşeli. Ama faşistler kılıkları ve özellikle üniformaları çok sever, sınıflandırılmaları ve harcanmaları kolaydır.