‘The Haunting: Bly Malikânesi’ adlı diziyi izlemek, oldukça keyifliydi. Bilinçdışına, içine hapsolduğumuz anıların bize yaptıklarına ve yaptırdıklarına dair pek çok detay vardı dizide. Dizi yeni yayımlandığı için spoiler vermek istemediğimden detaylarına girmeyeceğim. Ama dizinin yarattığı derinliğin, Henry James’in 120 yıl evvel yazdığı bir novelladan uyarlanmasıyla ilgili olduğu kesin. ‘The Turn of The Screw’ adlı novellayı Henry James, 1898’de yazmıştı. ‘Yürek Burgusu’ adıyla Türkçede de yayımlandı eser. Henry James’in modern psikolojinin kurucularından William James’in kardeşi olması da, eserlerindeki psikolojik derinliği daha da anlamlı bir hale getiriyor. Ama diziye, novelladan bağımsız pek çok detay da eklenmiş ve bunu başarıyla yaptıkları da ortada.

Dizide beni en çok etkileyen kısımlar, karakterlerin sahip oldukları iyi ve kötü anılara kilitlenmiş olmaları. İyi anılar, sürekli hatırlamaya ve içinde kalmaya çalışırken yaşamın akışından kopmamıza ya da daha doğrusu yaşadığımız olumsuzluklardan bizi koruduğu kadar sorunlardan kaçmamıza da neden oluyor. Kötü anılar ise takılıp kaldığımız ve onları unutmaya çalıştığımız sürece neden o anılara takılı kaldığımızı da unutup sürekli, yılmaksızın tekrarladığımız ve tekrarladıkça tıpkı hayaletlere olduğu gibi yavaş yavaş hayattan silindiğimiz kilitli odalara dönüşüyor. Ama iyi anıların da, kötü anıların da ortak özelliği, sürekli değişiyor olmaları. Dizide bu tekrarlanan anılar, akışa göre sürekli değişiyor. Kötü anılardan kurtulmanın yolu da yüzleşmekte yatıyor. Dizideki Peter Quint karakteri, sürekli kapısını çalıp içeri giren annesiyle ancak yüzleşebildiğinde, yıllardır söylemek isteyip söyleyemediği şeyleri söyleyebilmesiyle o kilitli kaldığı anıdan çıkabiliyor.

Dizideki karakterlerin hemen hemen hepsinin bilinçdışı suçluluk yaşaması da kötü anılara neden kilitli olduklarını da açıklıyor aslında. Freud’çu açıklama, eylemde suçlu olmasak da düşüncede suçluyuzdur ve cürümlerin pek çoğu, gerçekte bilinçdışı suçluluğumuzu gizlemek içindir. Dizideki kötü karakterler, kendi bilinçdışı suçluluklarından kurtulmak için suç işlerler, yani bilinçdışı arzularımızın sorumluluğundan kaçmak için yasaları çiğner ve bir bakıma “suçlu olduğum şey budur, başka bir şey değil” diyerek bilinçdışı suçluluğumuzu gizlemeye çalışabiliriz.

Bilinçdışımız, yavaş yavaş hayat kurgumuzu belirler, içine hapsolduğumuz iyi ve kötü anılarla birlikte. Ama yine dizideki sahnelerin de işaret ettiği gibi, anıların tek bir versiyonu olmaz hiçbir zaman, sürekli değişir, sürekli yeniden yazılır hatırlandığı sürece. Eğer gerçekten unutmak istiyorsak, Freud’un da altını çizdiği gibi hatırlamamız gerekir, unuttuğumuz şeyler orada kalır ve bize hükmeder, ancak hatırlayarak ve anlamlandırarak o anıların olumsuz etkisinden kurtuluruz. Dizinin sonlarında da benzer bir ifade vardı, anılar bütünüyle kaybolmaz, izleri kalır ve böylelikle yeni anılara yer açılır zihnimizde, akışa kavuşur, dondurulmuş bir zaman yerine. Bütün mesele, o anıları, hikâyeleri keşfedip kendi kişisel mitimizle tanışmak ve onun ötesine geçecek cesareti bulabilmekte gizli. Psikoterapi ve sanatın buluştuğu yer de burası olsa gerek. 120 yıl evvel yazılmış bir eserin bugün hâlâ bizi etkiliyor oluşu, gerçekte hepimizin kendi bireysel hikâyelerimiz dışında bir büyük hikâye içinde olduğumuzu, sadece yaşayan değil, yaşamış ve yaşayacak bütün insanlarla görünmez bağlar aracılığıyla ilişkide olduğumuzu gösteriyor. O görünmez bağları keşfedip o büyük hikâyenin bir parçası olduğumuzu hissettiğimizde yaşamımıza anlam yüklememiz de kolaylaşabilir. Ve ilginçtir, dizinin sonunda anlatıcıya itiraz eden Flora’nın söylediği söz, belki de asıl meseleye işaret eder: “Bu anlattığınız bir hayalet hikâyesinden çok aşk hikâyesi gibi geldi bana.” Aşk ve arzu…