Kim bilir belki de aşk yoktur ve biz, çoğumuz, yanılıyoruzdur. Kim bilir, belki bir an’ı bin yıl yapan, bir asrı bir an’a sıkıştırabilen o güçlü duyguya yenildiğimiz için, insanlık gururumuz kırılmıştır da ona aşk demişizdir. Belki de başımızı bir söğüdün dalı gibi eğen, o karşı konulamaz, o akışına kapıldığımızı hissettiğimiz anda kendimizi en dipte bulduğumuz, o korkunç, o muhteşem, o büyülü, o dayanılmaz, o hiçbir şeyle kıyasalanamaz halin bizi düşürdüğü durumdan utandığımız içindir ona taktığımız şu romantik isim: Aşk.

Hakikaten nedir o? Nedir elimizdeki avucumuzdakini, bütün biriktirdiklerimizi bir anda yollara saçabilen. Nedir kılı kırk yarıp aldığımız kararları bir parça eski çul gibi sokağa fırlatan. Yoktan var olan, erişilmesi imkansız bir uzaklıktan göğüs kafesimizin orta yerine -sanki hep oradaymış gibi- bir an’da gelip yerleşen. “Aşka düşmeyenin” asla inanmadığı, aşık olanın ondan başka hiçbir şeye iman etmediği nasıl bir haldir o?

Kurtuluşla esaretin tek bir bedene sığdığı bir onulmazlık hali midir? Dünyanın en güzel talihsizliği mi? Ya da bir yanılsama mıdır filozofların dillerinde dolaşan? Şairlerin onsuz asla yapamadığı. Blaise Pascal’ın daha 17. yüzyılda dediği gibi, aklın asla bilemeyeceği ve yalnızca kalbin anlayabileceği nedenlerden mi vücuda gelmiştir o?

Aşkı libidoyla açıklamıştı Freud. Medeniyetin ket vurduğu duygularımıza bastıra bastıra, ne kadar da sert, ne kadar da acımasız olmuştu bunları söylerken. Romantizmin bütün kalelerini yıkmış, bütün kalkanlarını bir mızrak ucu gibi delip geçmişti. Bütün cesaretini takınmış ve aşk denilen her neyse, onun yalnızca cinsel dürtülerimizin kibar bir seslenişi olduğunu fısıldamıştı bize. Ve ne aşkın, ne de cinsel dürtülerin tam anlamıyla yaşanamayacağını, ne yaşanırsa yaşansın elde kalanın hep eksiklik hissi olacağını Lacan hatırlatmıştı, sonrasında. “Cinsel ilişki yoktur” derken iki beden, iki kalp, iki akıl arasındaki bir olma halinin olanaksızlığından dem vurmuş, aslında aşkın imkansızlığını orta yere, önümüze, koyuvermişti.

Aslında derin bakışlardaki sahteliği, güzel sözlerdeki kifayetsizliği, asla tutulmayacak yeminlerdeki ikiyüzlülüğü bundan daha iyi kim nasıl ifade edebilirdi? Aşkın yalnızca tek kişilik yaşandığını, fedakarlık denilenin, akıldan çıkmayanın, verilen sözlerin, okunan şiirlerin, büyük vaatlerin, dindirilemez özlemin nedeninin aşık olunan değil, insanın kendisi olduğu daha nasıl ifade edilebilirdi?

Aşkın iki kişilik yaşandığına dair o büyük şehir efsanesinin sonu gelmelidir artık. Aşk tek kişiliktir ve tek kişilik yaşanmaya mahkumdur. Çünkü yaşanan her şey tek başına yaşanacak; aşık olunana inat, ona karşın, ondan habersiz, onunla birlikte ama onun hayalini gerçeğinden daha fazla önemseyerek ortaya çıkacaktır.

Ve sonu kavuşmak olan hiçbir aşkın hikâyesi, kavuşamayan aşıkların yanında asla anılmayacaktır. 29 yaşında ölen büyük romantik Novalis bağırmıyor muydu Geceye Övgüler’inde: “Hiç sonsuza kadar yanmayacak mı/ Aşkın o gizli kurban ateşi?” Neden sonsuza kadar yanan bir aşk ateşi olmadı hiç. Yoksa başından bu yana aşk dediğimiz şey aslında yalnızca bir yanılsama, büyük başarısızlıklar ve trajik öykülerin adı mı yalnızca?

Kim bilir belki de aşk yoktur ve biz, çoğumuz, yanılıyoruzdur.