Kim bu tecavüzcüler?

SEDEF SÜNER*

Bu hafta başında oldukça dehşet verici bir tecavüz vakasına tanık olduk. Gündemimizi bu kadar meşgul edebilmiş ve üçüncü sayfa haberi olmaktan çıkmayı başarabilmiş olması, saldırının vuku bulduğu yerin bu kadar bilindik ve merkezi olmasının yarattığı şaşkınlık ve öfke olsa gerek. Belki bir de üçüncü sayfaların çoğunlukla kamusal alandan uzak, artık sıradanlaştırılmış ve politik bağlamından arındırılmış olan aile içi şiddet vakalarına ayrılması. Ancak bu saldırıyı ülke gündeminin daha da üst sıralarına taşıyan en önemli neden, bir sosyal medya kullanıcısının, saldırının yaşanmış olduğu saate işaret ederek tecavüz kurbanının olaydaki payını (!) ima eden bir anket paylaşması oldu. Üstüne üstlük bahsi geçen şahıs, kurbanın “kadın mı kız mı olduğunu” bilememiş olacak ki; cinsiyetini tırnak içerisinde (“kız”) olarak belirtmeyi tercih etmişti.

Tüm bu süreçte dikkat çeken bir detay, bahsi geçen sosyal medya kullanıcısının siyasi kimliğine yapılan göndermeler oldu. Kamuoyunda büyük tepki yaratan bu paylaşımı yapan şahıs, geçmişte İBDA-C sanığı olarak hüküm giymişti ve hal-i hazırda aynı siyasi çizgideki Adımlar dergisinin yazarlarındandı. İşte bu durum, kaçınılmaz olarak belli bir argüman ve anlatı örgüsünü de hazır bir şekilde beraberinde getirmiş oldu. Muhafazakârlık ve kadına yönelik şiddet arasındaki açık ve organik ilişkiyi görebilmek için müneccim olmaya gerek yok elbette. Bundan sebep, bu kendinden menkul ve muhtemelen haklılık payı da olan argümanı pek çoğumuz derhal sahiplendik. Ancak bu tutum, olayı kolay yoldan kendi içerisinde çevirip kapatan bir kolaycılığı da beraberinde getirmiyor mu?

Bu noktada tartışmayı bahsi geçen kişiler özelinden alıp asıl hak ettiği yere, yani toplumsal ve politik bağlamına taşımak oldukça önemli. Zira kolay yolu seçip, tecavüzü meşrulaştıran şahsın temsil ettiği siyasi akıma bir de tecavüzcünün kriminal geçmişini ekleyerek saldırının suçlularını marjinalleştirmek, tartışması görece daha zor ve karmaşık olan asıl sorunun gölgelenmesine neden oluyor. Olayın aktörlerinin verdiği tepkiler örgüsü de bunu ispatlar nitelikte. Doğal olarak kimse kendisini böylesi alçak bir suçla ilişkilendirmek istemiyor ve dolaysıyla açık suçluları ayrıştırarak kendini aklama silsilesi önümüzde beliriveriyor. Suçluya suçunu teslim ederken kullandığı betimlemelerle yalnızca suçlunun neye benzediğini tanımlamakla kalmıyor, aynı zamanda kendisini de bu çürük elmalardan ayırmış oluyor. Benzer bir biçimde Adımlar dergisi de internet sayfasından bir duyuru yayımlayarak, yazarın kişisel alanında ifade ettiği düşüncelerin kurumsal olarak kendilerini bağlamadığını, ifade ettiği görüşe katılmadıklarını ve yazarla yollarını ayırdıklarını duyuruyor.

Bu fikrin olası kaynaklarından biri olan bir mecranın dahi kendini kamuoyuyla benzer bir yöntemle aklayabilmesi, bizlerin mücadele alanını daraltıyor. Bunu görebilmek için, farklı kaynaklardan yükselen tepkilerin diline bakmak yeterli. Örneğin Adımlar dergisi, sözcüleri aracılığıyla yayımladığı ilgili duyurusuna her şeyden evvel gelen eleştirilerin kaynağına ve politik duruşlarına işaret etmekle başlıyor. Tartışmanın “ilericilik-gericilik” eksenine çekilerek kendilerinin bu düzlemde taraf edilmesine karşı çıkarken, öteki tarafın kadının özgürleşmesi ve bireyleşmesine yönelik söylemlerinden yola çıkarak onları “kadını kasap vitrininde sergilenen etten başka bir şey olarak görememekle” suçlamayı da ihmal etmiyor. Ne tesadüftür ki, muhtemelen sırtını sıvazlayarak yollarını ayırdıkları yazar da kendisine yönelik eleştirileri bertaraf etmek için aynı yöntemi kullanıyor.

Olayın bir de toplumda yarattığı tepkiler var ki; neresinden tutsanız elinizde kalır. Fiili ve potansiyel tecavüzcüleri ayrıştırmak, toplumun geri kalanını suçtan arındırabilmek için maalesef yeterli bir sebep değil. Burcu Karakaş’ın Bianet’te yayımlanan “Bir Hastalık Olarak Erkeklik”1 yazısında da işaret ettiği üzere, günlük pratiklerden dilimize kadar yerleşmiş ve kemiklerimize kadar işlemiş olan hegemonik erkeklik kültürünü masaya yatırmadan verilecek her tepki mesnetsiz, bir o kadar da etkisiz kalmaya mahkûm. Yine sosyal medya mecrasında baskın çıkan yorumlara bir göz atmak, bu çelişkiyi görebilmek için yeterli. Okuması görece daha açık olan cinsiyetçi küfürleri bir yana bırakırsak, tecavüzcüyü “erkeklikle” terbiye etmeyi öneren yöntemler hiç de azımsanacak gibi değil: “Sıkıyorsa” aynı saldırıyı kendi mahallesinde yapmaya davet ederek mahallenin namusunu korumak, tecavüzcüyü tecavüzle cezalandırmak yahut kendisine hapishanelerde ırz düşmanlarına yapılanlar hatırlatılmak suretiyle “erkeklik onurunu” zedelemek gibi. Genç ve bekâr bir kadının gecenin belli bir saatinde sokakta bulunmasını, evli ve çocuklu bir adamın aynı saatte aynı sokakta bulunmasından daha çok yadırgayan bir toplumsal kültürün, bu yargıyı dile getirene gösterdiği tepki de haliyle ancak bu düzeyde kalabiliyor olsa gerek. Şiddeti bir biçimde politik bağlamından koparan bu tavır, aynı zamanda yukarıda bahsi geçen kendini çürük elmadan ayrıştırma eyleminin de faili.

Bu şiddet kültürünün bu yazıda dile getirilmemiş, fakat üzerine ciltler yazılabilecek bir de kurumsal meşrulaştırma zemini var elbette: Alternatif yaşam biçimlerini her fırsatta kriminalize ederek şiddeti aile kurumu içerisinde eritip görünmez kılmaya çalışan; kadınlara hamileyken kendilerini eve kapatmalarını, kahkaha atarken mümkünse yalnız başlarına olmaya özen göstermelerini, tecavüze uğrayıp hamile kalırlarsa her koşulda doğurmalarını salık veren; babalara çocuklarını hangi koşullarda taciz ederlerse nikâhlarına zeval gelmeyeceğini tarifleyen; yasalarca oy kullanmak, içki içmek gibi fiiller açısından yeterince olgun bulunmayan çocukların, iş tecavüz konusuna gelince ne hikmetse rıza gösterdiğine kanaat getiren… Tam da bu noktada, Burcu Karakaş’ın haklı olarak sorduğu şu soruyu tekrarlamak gerek: Kadına, çocuklara, LGBTİ’lere yönelik şiddetin bu kadar yoğun olması, gerçekten tesadüf olabilir mi?

1 ‘Bir Hastalık Olarak Erkeklik’, 26 Ocak 2016, http://bianet.org/bianet/kadin/171519-bir-hastalik-olarak-erkeklik.

*Ar. Gör., ODTÜ