O vakit, yaşamla düş buluşur, delirmemenin yolu bir çığlığa katılmaktır: “Mitos, yitme n’olur!”

Kim inanır bu kente bahar geldiğine

CEMAL DİNDAR cemaldindar@gmail.com

Türkçede bugüne değin duyduğum en güzel yakarı bir Cemal Süreya dizesidir: “Mitos, yitme n’olur!” Öncesi ve sonrası yoktur; şairin son şiir kitabının ve tüm şiir macerasının çözüldüğü yerde biter, sonsuzca yayılır. Kitabın adı Güz Bitigi. Hep bir jestin peşinde, bir avcı, dolayısıyla bir şaman gözesi vardır onda. İlk jest; son kitap 1 Nisan günü basılır. İkinci jest; düzyazı ile başlar kitap ve şiirlerden geçip bağımsızlığını ilan etmiş dizelere çözülür.

16 Dize, on altı dua sözü ve sonuncusu: “Mitos, yitme n’olur!”
Bu yakarı ile değillenen, teğellenen ne mi? İşte on beşinci dizedir: “Benim küçük kızçocuğu tanrım!”
Hepsini, güneşin altında söylenmiş ne varsa onu buluşturan dize ise: “Gömmeden önce biraz gezdirin beni.”
Öncesi ve sonrası sonsuzluktur ve nice düşlerden geçip gelmiş, zulüm dolu bir trende büyüyememiş bir çocuğun, onun deyişiyle “anılar düş değeri” kazanınca insan türünün düşleriyle hemhal olduğu ana raptiyeler bizi.
O vakit, yaşamla düş buluşur, delirmemenin yolu bir çığlığa katılmaktır: “Mitos, yitme n’olur!” Çünkü, Moğolistan steplerinde bir Moğol kardeşimizin Fransız Jean Paul Roux’a söylediği sözle: “Rahipler ölümden şamanlar hayattan söz ederler.” Bu hemen hep böyle olmuştur… gömülmeden önce biraz daha gezdirilmek isteyen Cemal Süreya’da ya da bir okul bahçesine gömülmeyi isteyen Dağlarca’da olduğu gibi…

Düş
Düşler, Freud’un deyişiyle, nasıl ki her birimizin hakikatinde “bilinçsiz-olana giden kral yolu” ise, mitoslar da insan türünün bilinçsiz-olan hakikatinin kral yoludur. Nice acı ve sevinç bedende, ruhsallıkta kendini sınar ve şairde bu sınama şiire dönüşür. Sıkı şiir, bu iki bilinçsiz-olan arasında hesapsız işlenmiş teğellerden başka çok az şey değil midir?
Hep yeniden bir daha söylemek gerekir, gönül diye bir kavramı türetmiş bir dilin beşiğine doğmuş çocuklarız. Ki gönül, gön’den, deriden, tenden gelir. Bir gövde ile doğulur, lakin teni olan bir beden, güvenin temel olduğu deneyimlerle ve ancak arzu ile yaşanır.
Rahiplerin, imamların temel işlevi düş ile hayatın, mitos ile insanın buluşmasını tabu konulmuş bir sözde dondurmaktır. O söze öyle teslim olalım ki, düşlerimize bile sığınamayalım istenir. Öte dünya, ötelenmiş dünyanın gölgesi hayatı eksilte tükete ölüme eşitler işte. Ten ile ruh, gön ile gönül arasındaki bağdır iptal edilmek istenen. Arzulamak, tekinsizliktir.

Beden
Bedenin bir başkasının bakışını üzerinde hissettiğinde aldığı biçim sahibinin kişiliğine dair önemli belirtilerden biridir. Şimdi muktedir olanların gençlik fotoğraflarından bir albüm yapılsa herhalde en sık karşılaşacağımız duruş, ellerin önde kavuşturulduğu o ketlenme halidir: her an o bakışla yargılanacakmış, o bakışla yaralanacak, güçsüz düşürülecek ya da o bakışın sahibine zarar verecekmiş, dolayısıyla bedende saldırgan olabilecek ne varsa susturmak, kapatmak gerekiyormuş gibi… Fakat o saldırganlık, gücünden emin olduğunda, kadınların, çocukların, yoksulların bedenlerinin üzerinde bir yıkım makinesine dönüşüyor.
Bu kabul ile insan ruhsallığına dair söz söyleyen bilgi arasındaki uyum ise ilginç olmayı da aşar, korkunçtur. Psikiyatrinin baskın paradigması, neredeyse ruhsal bir varlık olarak insan kabulünü, onu bedenden ibaret bir makine gibi görerek imkansızlaştırırken şunu da yapar: ruhsal zorlanmalarını anlamlandırmak ve anlatmak için beden dilini daha fazla kullanan Doğu toplumlarını handiyse eksikli – gelişmemiş olarak damgalar.

Çünkü hayat devinimdir. Ve şu da bir mihenk taşıdır: kim ki başkasının devinimine kendisi için tam, kapalı bir sisteme uyup uymadığına göre düşmanlık ediyor, işte o kendisininki de dahil herkesin hayatının düşmanıdır.
Bu yazının başından beri aklımda Deniz’in, Hüseyin’in, Yusuf’un, Mahir’in, Ulaş’ın ve her yaşta hep yaşıtımız olmuş daha nice kardeşimizin özellikle mahkemelerde çekilmiş fotoğrafları, görüntüleri var. Aklımda uçurtma uçuran haliyle, artık insanların gönlünde her yaşta yaş alan, yaşayan Berkin var. Gezi Direnişi döneminde rengarenk boyanmış merdivenlerin birinde fotoğrafa durmuş, sonra o merdivenden alınıp Berkin’in karşısına yerleştirilmeye çalışılmış Burakcan kardeşim var.

Erik ağacı
İstanbul, günbegün canı çekilen hayalet bir şehre dönüşüyor işte.
Öte yandan, bir mitos, Neruda’nın güzelim Buğdayın Türküsü ile, “Biz halkız yeniden doğarız ölümlerde”, kendini hatırlatıyor. Muhyiddin Abdal’ın, bir Anadolu ruhu varsa tastamam o olan dizeleriyle buluşuyor: “Tükenmeyiz kırmağ ile…” Çünkü, “usludan yeğdir delimiz.”

Yenidendoğuş mitosunun günümüzdeki biçemi, Amerikan bencilliğindeki bireyin sonsuzca yaşaması değil de yaşamın kendini yeniden ve hep yeniden üretme yetisine güvense, mitosların mitosudur ve yitmez.
İnsan bunca değersizleştirilirken, doğa çağırıyor, Cerattepe’de ya da…
Penceremin önünde yemyeşil hayata durmuş erik ağacı haliyle…
O erik ağacı, onun sayesinde ben de, birlikte inanıyoruz;
İstanbul’a bahar geldi işte!..