Kim Haydarpaşa Garı’nda onur konuğu olsun istedi Selim İleri’nin… Hiçbir yazar kendiliğinden kök salamaz bir kente, toprak onu kabul edecek, halk onun sesini bilecek…

İstanbul çıldırır bazen. Yine öyle günlerden biri, gün ortasında, gök karardı, şimşekler bir çakmak gibi ardı ardına parlıyor, kurşuniye döndü hava sonra, ardından benzerine zor rastlanır, öfkeli bir yağmur. Bulutlar ardı sıra geliyor. Anadolu yakası, yağmurla yıkanıp, kendine gelmek için kiri pası atarken üstünden, meğer öte yakada, günlük güneşlikmiş etraf. Tam da İstanbul’un ruh hali bu! Bir uçtan diğerine yaşamın tüm renkleri, mevsim mevsim sıralanır önünüze.

Yeşilçam filmlerinin çoğunda başrol oynayan Haydarpaşa Garı’nda, artık yaşlandığı için terk edilmiş vagonlardan birinde, elimizde ince belli çay bardağı, geniz yakan bir tat eşliğinde sohbetteyiz. İstanbullu hatıralarımız bir bir çalınırken, sanki onu avutmak için toplanmış bir avuç dost gelmişiz bir araya. İnsanı tedirgin eden, hoyrat mı hoyrat bir rüzgâr, diyeyim ki fırtına patlıyor aniden. Vapurlar yavaştan sığınmaya başlıyor limana. Az kalmış kayıkçılar, sanki unutturmamak için İstanbul’da olduğumuzu resme eşlik ediyorlar. Diyeceğim, kederliyiz bir yandan. Gar lokantasında, dinlenerek yemek yiyor yaşlı bir adam. Tereddütsüz iddiaya girerim yüzyıldır orada bu adam…

Gara bakıyorum bir süre. Terk edilmiş, yüzünün boyası dökülmeye başlamış, çatısında son yangından kalan bir yara. İnsanlar olmaksızın, o ayak tıkırtısını işitmeden yaşaması zor Gar’ın. Yüzüne bir neşe gelmiş. Gövdesinde kitaplardan oluşan çiçekler açmış. İyi ev sahibi olmak ister gibi, utangaç, anımsandığı için memnun, ama elbet küskün olan bitene. Selim İleri şairdir bir yandan. Utangaç söylemez kimseye, unutmak ister belki, şu dizeler takılı aklımda;

sevgilim çoktan sona erdi balo
her şey sona erdi artık
terasada bizden başka kimse yok
orkestra yalnız bizim için çalıyor
eski bir valsin birden o bel tutuşuyla
bütün konfetiler kotyonlar serpantinler
sevgilim o buruşuk kağıt parçaları
ayaklar altında ezildi
elişi krepon güzellikler
ne varsa çoktan çiğnendiler
renkli buruşuk kağıtlar işte sevgilim

Selim İleri’nin Afife Jale hanımla uzunca bir söyleşiye başladığını görürüm birden. Sevincim artar. Söyleşi dediysem, Afife Hanım anlatıyor, romancı dinliyor… Tuhaf; bakışları İstanbul gibi ikisinin de! Al renkli elbise, beyaz çorap, beyaz iskarpin ve heyecanla anlatıyor geçmiş güzel günleri Afife… 2 Eylül 1340’tan bir hatıra. Yeni takvimle 15 Eylül 1924. Bulup çıkarmış sedef bir kutudan mektupları, dökmüş önüne romancının, kim bilir, bana öyle gelir… Yeranuhi Karakaşıyan zirvesinde oyunculuğunun, “Yerunuhi yıldızları gökten yere indiriyorsun” diye haykıran alkışlar kopuyor. Locada Arusiyak Papasıyan kederle izliyor bu genç yıldızı. Zaman acımasız, yaşlılık kötü… Az sonra onlar da katılacaklar masaya…

kim-karar-verdi-selim-ileri-nin-onur-konugu-olmasina-144714-1.

Yıllar sonra “Mel’un” diye yazacak Selim İleri. Bir ömrü, bu giz dolu hatıralar arasında arayıp, belli ki uzun ve ağrılı gecelerce yazan bir İstanbullu o, Kadıköyü’nde oturur uzun süre. Önce karşıdakine, sonra kendine en acımasız hançerleri saplama cesareti gösterir. Kıskançlık krizlerinden, kötülük etmek için pusuda bekleyen hallerinden cesur söz eder, sonra, nadir bulunan bir yüce gönüllülükle yazar pişmanlığını, tıpkı romanlardaki gibi. Romanlara, yazarlarına tutkun bir adam; unutmaya katlanamayan, altın sayfalarını İstanbul’un, romancıları alır çıkarır küf kokan raflardan, kor önümüze. Vefanın böylesi görülmemiş, işitilmemiştir.

Annesi pencereden gelmekte olan oğlunu gözler. Yağmurdan, parça parça geçer görüntü yaşlı kadına doğru. Kaç Selim akıp geçer o sokaklardan. Mezarlığında çiçekleri elleriyle eker bir bir Selim. Ölümden önce mi yoksa sonra mı fark etmez okuyucu. Romancı zamanı bildiği gibi akıtır, tutamaz kimse, takılır sade peşine. Kadın bir yandan gülümsemekte, öte taraftan yapayalnız bıraktığı evladını avutmaya çabalamaktadır. Kaç zaman bitmez tükenmez acıklı hikâyeler eşliğinde uykusuz tüketmişlerdir saatleri. Sessiz, oysa yüreğinde çoğalan bir yalnızlıkla, bir kırılgan cümle eşliğinde, sabaha dek hasretlik ninnisini söyler durur Selim anacığına. Bazen oğul uyutur anasını, yattığı son ve derin uykudur. Bunu bilir de, kesmez öyküsünü o yüzden. Susarsa, artık o tren son kez varacaktır istasyona…

“Kim yaşamının tümüne kefil olabilir ki?” diye sayıkladığını duydum Selim İleri’nin. Savcılığa soyunmuş roman kahramanları dikilmiş karşısına hesap sormaktalar. “Size de kefil değilim, bakın başınızın çaresine, ben de kendi yoluma gideyim, istirahat etmek niyetindeyim” dediğini uydurdum. Böyle değil midir? Ihlamur kaynatmış, geç saat, oturmuş daktilo başına, İstanbul’un sade ‘iyi saatte olsunlar’ı bulunan divanelere söylediği sırlarını kaleme alıyor. Ter basıyor bazı, açıyor pencereyi, yürek serinleten bir rüzgâr için. Esmez inatçı rüzgâr. Ağaçların hışırtılarını dinlemek istiyor, unutmak için İstanbul’un ıstırabını. Terzilerden kimse söz etmiyor, eski operet şarkıcılarından, hayranlık uyandıran beyaz perde kahramanlarını kimse anımsamıyor, yenileri var piyasada ve Kerime Nadir, her gece bu saatlerde, dertleşmek için sırasını bekler…

Bunca kötülüğe, acımasızlığa ne üzülüyor Selim. Gençliğin bu hoyratlığını bilir de, şaşırmaz. Özel bir ayna olsa da, yazamadığı ve asla sırası gelmeyecek o kişilerin ruhlarını da bir görse, ister. Ayna elindedir, bilir. Kalemi kaç zamandır kanar, durur. Güzellikler yazmak için ısrarla oturduğu masasında, ağlayarak açan açelyayı bir o bilir sanki. Haydarpaşa Garı’na doğru yola koyulduğu zaman, yine mahcup, hatta bu kez daha bir mahzun. Yaşına denk bir servi ağacı vardı bir zaman, arar kalabalık arasında onu, gelmiş midir acaba bu yolculuk gününe. Artık kaç zamandır ne umutlu yolcuları var Gar’ın, ne kederi dağıtan tren sesi…

kim-karar-verdi-selim-ileri-nin-onur-konugu-olmasina-144715-1.

Gar lokantasında Ahmet Oktay’ın kadehini doldurduğunu fark eder… Füsun Akatlı’nın mutlu tebessümü yüreklendirir Selim’i! Bir kadehi daha parlatmak için hazırdır hep, sağlığa kalkacaktır yine, o kavga dolu, kahırlı, gürültülü geceler geçti, gitti; ne kaldı geriye özlemden başka, ne özlem ama dostlukların da bir son günü olduğunu ilk söyleyen değil miydi Selim İleri. Güçlü merhabaların, acıklı elvedaların yazarı Selim İleri. İnadına o gün bütün İstanbullular alkışlamak için gelmişler işte. İyi ve kötünün tangosu kaç yıldır dilinde Selim’in…

Anlamak romancının işi! En ürkütücü, yıkıcı, korkutucu insanları da anlamak gerek. Hırsına yenik düşen, zalimliğe boyun eğenleri de. Yıllar var ki, bu memleket, bu insanlar güzel bir sabaha uyanmadı gitti. Selim hep geçmişin kazısında mı? Değil elbet. Ama köksüz olmayadır isyanı. Güncel siyasal kavgalara gücü yetmez çoğu zaman. Onca hoyratlığı gördüğü halde, bu tuzaklar karşısında, bu bilmediği dil karşısında kesilir sesi. Dantelli perdeleri yok artık İstanbul’un… Eprimiş yüzü… Solgun…

İstanbul’u sandıktan çıkarmış, yüklükteki hatıraları orta yere sermiş o gün Selim İleri; eski, gümüş rengi bir albüme dalmış, keşke bir gramofon sesi duysam diye mucize beklemekte. Sarı sayfalarda kalan romancılarına bir davetiye yazıyor. Hiçbir yazar kendiliğinde kök salamaz bir kente, toprak onu kabul edecek, halk onun sesini bilecek… Romanda rastlantı kurgunun parçasıdır ve hakikat çoğu zaman yaşamın kendisinden daha sarsıcıdır romanda!

Kim Haydarpaşa Garı’nda onur konuğu olsun istedi Selim İleri’nin…

İstanbul istedi, o istemeden ne rüzgâr eser, ne kuşlar cıvıldar, ne deniz köpürür …