Barış Elçileri’nin Xabur Kapısından giriş yaptığı andan Diyarbakır’a vardıkları saate kadar bana göre en manidar pankarttı, muhtemelen sokakta

Barış Elçileri’nin Xabur Kapısından giriş yaptığı andan Diyarbakır’a vardıkları saate kadar bana göre en manidar pankarttı, muhtemelen sokakta bulunmuş bir koli kutusunun köşesinden koparılmış eğri büğrü bir sarı karton parçasının üzerine yazılmış kargacık burgacık bir slogan: “Birinci Dünya Barış Günü”…
Düşünün 30 sene boyunca Kürt halkı onca yıkımlara uğramış, onbinlerle ifade edilen insan kaybı vermiş. Malı mülkü serveti heba olmuş, derbeder sürgün hayatlar adeta kaderi olmuş. İnsaflı televizyon kanallarında kamera hangi kadına doğrultulmuşsa kayıplarının sayısına karşılık dudaklarından kinin zerresi dökülmeden “Herşeye razıyız yeter ki barış olsun, akan kan dursun” sözleri bilmem sizlere 2009’un Türkiye’sinde bir anlam ifade ediyor mu?
Bir anlam ifade etmeli diye düşünüyorum.
Barış Elçilerinin yanlarında getirdikleri mektuplarına bakıyorum.
Abdullah Öcalan’ın yol haritasının açıklanması. Operasyonların durdurulması. Demokratik çözüm, diyalog ve müzakere. Özgür ve eşit koşullarda birlikte yaşamak. Kürtçeyi özgürce konuşup kullanmak. Kültürel haklar. Siyaset, ifade ve örgütlenme özgürlüğü. Güvenlik içinde önyargısız ve infazsız yaşamak ve Demokratik bir Anayasa.
Kısaca ve konu başlıklarıyla özetlenebilecek böylesine bir talepler manzumesine kendini bilen hangi insan teki hangi devlet yöneticisi “hayır” diyebilir ki!
Doğrusu bunca silahlı gücü olan, bunca halk tabanında örgütlülüğü  olan, legal düzeyde de sivil toplum ağlarını, seçilmiş temsili güçleri bunca etkileyen bir yapının bu denli mütevazı ve kabul edilebilir denilebilecek talepler manzumesi ile “sahne” alması çok ama çok anlamlı.
İnanmak istiyorum ki, bu talepkârlığa aklıselim sahibi ve vicdanlı kesimler, karar odakları duyarsız kalmayacak.
Kürt halkında büyük bir özgüven, katılımcılık ve siyasallaşma göstergesi var ve bu her düzeyde çıplak gözle dahi fark edilebiliyor. Gözlemci ya da basın mensubu herhangi bir birey son birkaç yıldır sıradan bir Kürt mitingini ya da kitlesel ve katılımcı manada bir Kürt aktivitesini izlediğinde bu kanıya rahatlıkla varıyor. Barış Elçilerinin gelişinde de böyle bir sahiplenme yaşandı.
Maxmur ve Qandîl’den gelen Barış Elçileri devasa bir sahiplenme ile Diyarbakır’da ilk etabın son noktasını koydular.
Şimdi sıra Avrupa’dan geleceklerde…
Şimdi buradan başka bir beklentim olduğunu dile getirmek istiyorum. İstanbul’a Avrupa’dan gelecek olan barış grubunu Türk Entelektüelleri karşılamalı.
Kim ki akan kanın durmasını istiyor. Kim ki çocuklar artık ölmesin, öldürülmesin istiyor. Kim ki bu ülkede barışın ete kemiğe bürünmüş bayrağının savaş çığırtkanlarının inadına dalgalanmasını istiyor. İşte onlar Avrupa’dan gelecek Barış elçilerini karşılamalı.
İmza metinlerine adını koyan, gazeteci, yazar, kanaat önderleri, etkili şahsiyetler, sivil toplum örgütlerinin liderleri asıl onlar karşılamalı ki batıyla doğu arasında bir barış köprüsü oluşsun.
Belirleyici olan böylesine bir birlikteliktir. Eğer bu empati ve birliktelik sağlanabilirse hem Barış Elçilerinin çıktıkları uzun yürüyüş menzile varır. Hem de Türkiye’de Barışa inanan demokrasi güçlerinin işi kolaylaşır. Buna bütün kalbimle inanıyor ve Türk entelektüel dünyasını bu engin görevin sorumluluğu içinde davranmaya davet ediyorum.
Bilmem şimdi anlaşılır oldu mu; Diyarbakır Batıkent Meydanında 21 Ekim akşamı elindeki kartonun üzerine “Birinci Dünya Barış Günü” yazan ve kim olduğunu bilmediğim yurttaşın derdini ve umarını…