Alberto Manguel, bir anekdot naklediyor. Yıllar önce Arjantin’de söyleşi yapmaya gittiği ihtiyar bir arıcıya ilişkin bir hatıra. Arıcı, arılarının hızla ölmesinden şikâyetçi, daha doğrusu endişeli. Başta tarım ilaççıları olmak üzere, onlara dikkat etmeyenleri suçluyor, uyarıyor. Kovanda bir damla bal bırakmamacasına kökünü kazıyanlarla da dargın. “Biraz bırakmak gerek,” diyor. “Arılar cömerttir, size cömertlikle karşılık verirler.” Sonra kendisi ölürse diye düşünmüş herhalde ki, “Bir arıcı ölürse,” demiş. “Birinin bunu arılarına söylemesi gerek.”

Manguel’in arıları yok ama, kitapları var. “Ben ölürsem,” diye düşünceye dalmış, “kim söyler bunu kitaplarıma?” Aslında, nasıl söyler çok daha doğru bir soru olurmuş. Yıllardır şehirden şehire sürüklediği, depolar arasında paylaştırdığı çok büyük bir kütüphanesi var. Fransa’nın güneyine yerleştiğinde aldığı çiftlik evinin uzun süre kitaplara yer bulma sorununu ortadan kaldıracağını düşünüyordu. Sonra yavaş yavaş evin istila etmeye başlamışlar. Önce polisiyeler gelmiş, diğerleri de onları izlemiş. Sanırım polisiyeler misafir odalarını işgal etmişti. Eh, konuklar polisiye seviyorsa hoş bir armağan olmuştur.

Yıllardır Manguel çeviriyoruz. Kendisiyle de birkaç kez karşılaştım. Ömrümüzün üçs buçuk yılını alıp götüren “Hayali Yerler Sözlüğü / Dictionary of Imaginary Places”den başlayarak aramızda bir tür ortaklık doğdu. Bir tanesi hariç, bütün kitaplarını sevmişimdir. Bütün kitapları da çevrilmesi zor kitaplardır. Ama ben (Kutlukhan değil, o beni “Bu kitaplar bizi aşar,” diye uyarmıştır hep), haddini bilmeyen biri olduğum için hepsinin üstüne atlamışımdır. Bir de Dilek Şendil var, Manguel çeviren. “Hayali Yerler Sözlüğ” çevirmiş olmamızla (Kutlukhan ile birlikte) iftihar ettiğim ama hakikaten bizi mahveden bir kitapta. Bu vesileyle Selahattin Özpalabıyıklar'a bir kere daha teşekkür ederim.

Bir keresinde tam aynı yerde çalıştığımız kızım Elif’e çaktırmadan bir sonraki kitabın fotokopisini incelemeye almıştım ki, yakalandım. “Elif, “Gene mi Manguel?” diye feryat etti. “Sen ailemizi parçalamaya mı çalışıyorsun?” Eh, doğrudur. Onu ve Duygu’yu da redaksiyon işine koştuğumuz olmuştu. Sonra “Beş Şehir”e kadar bir daha yapmadım Manguel sanıyorum.

Ama beni bu sefer asıl, kitapların öksüz kalması düşündürdü. Hem kim duyuracak acı haberi? Tek bir kişi bütün kitaplar için uygun olmaz ki? Bakalım o kişi kitapların bakımını da üstlenecek mi? Ya da, konularına ve yazarlarına göre, ilgilenecek kişiler arasında mı dağıtacak? Ben bazen kafamdan bir dağıtım yaparım. Gene de ortada hayli sahipsiz kitap kalabilir. Her şeye heves ettiğim için, bazılarının başka heveslisi olmaz diye düşünüyorum. Tabii insan kütüphane gibi bir yere de verebilir ama, o zaman da yeni arkadaşlarının kim olabileceği gözümün önüne gelmiyor. Büyük ihtimalle, bir kenara koyup dururlar, kimse ilgilenmiez.

Öte yandan, arılar da var. Arıcı bu diyarı terk edince ne yapacaklar? Kendilerine başka sahip mi bulacaklar yoksa aynı yerde sahipsiz olarak kalacaklar da düzenleri mi bozulacak?

“Arıcının Çırağı”nda, yeni Sherlock Holmes yazarı (ama iyi bir yazar) Laurie R. King, kendini emekliye ayırıp İngiltere’nin güneyine yerleşen Holmes de, arıcılıkla ilgilenmeye başlamıştı. Eh, akla ister istemez Angelopoulos filminin arıcısı Marcello Mastroianni geliyor. Demek ki neymiş? Endişe bitse de yaratmakta üstümüze yok.