Lüksümüz yok! Ne emeğimizin karşılığını almaktan, ne de dilediğimiz gibi özgürce yaşamaktan vazgeçebiliriz

Kimse bizi eve tıkamaz!

Türkiye koşar adım daha karanlık günlere sürüklenirken toplumsal muhalefet hangi eksenlerde tutunabilir, direnebilir? Bu sorunun kestirme yanıtı kamuculuk ve laikliğe sarılarak, başka bir ifadeyle neoliberalizm ve gericiliğe karşı barikat örerek, şeklinde verilebilir. Aslında bu mücadele hattı, birbiriyle çok yakından ilintili iki kaynama noktasından ortak bir enerji çıkarabilirse inanılmaz bir ivme de kazanabilir.

Neoliberalizm, neoklasik iktisattan farklı olarak, “sermayeden yana emek karşıtı” öğretisini devlet zoruyla uygulamaya eğilimli bir ideolojidir. Üretimi artırmaktan, yaygın metaforla pastayı büyütmekten ziyade, gerekirse zora başvurarak pastayı sermaye kesimi lehine bölüştürmeye odaklıdır.

İşsizsen, kariyer çizginde başarısızsan, gelirin düşükse mutlaka sende bir defo vardır. Muhtemelen tembel, beceriksiz, yeteneksizsindir. Zenginler, güçlüler ise daha çok çalıştıkları, girişimci, yenilikçi bir kumaşa sahip oldukları için muratlarına ermişlerdir. Neo-liberalizmin hegemonik bir nitelik kazandığı toplumlarda, altta kalanlara kabullenmekten, kanıksamaktan, teslimiyetten başka seçenek sunulmaz. Bu da insanı yalnızlaştırır, çaresizleştirir adeta molekülleştirir.

Yapılan araştırmalar, rekabeti körükleyen, “altta kalanın canı çıksın” zihniyetine dayanan neoliberalizmin insan bünyesinde beslenme düzensizlikleri, depresyon, yalnızlık, sosyal fobiler gibi bozukluklara neden olduğunu ortaya koyuyor. Bireyin tutunabileceği sınıf örgütleri, sendikalar da devletin husumetle baktığı, zayıf düşürmek için her çareyi denemekten çekinmediği yapılardır.

Şili laboratuvarında sınanan, Reagan-Thatcher örnekleri üzerinden tüm dünyaya yaygınlaştırılan bu kurguyu, 80’lerden beri Özallı yıllardan başlayarak biz de deneyimledik. AKP bilindiği gibi, Kemal Derviş eliyle uygulamaya konulan “neoliberal krizden çıkış” programını ilk yıllarda büyük bir sadakatle uyguladı. 2007-2012 döneminde gerçekleştirilen 4 büyük özelleştirme, hem neoliberal amentünün ilk şartını yerine getirmek, hem de elde edilen 15.5 milyar bütçeye katkı sunmak açısından kritik önemdeydi.

Çoğunluk hisselerinin Türk Telekom örneğinde Suudi-Oger Telecom’a, Tüpraş’ta Koç-Shell’e, Erdemir’de Oyak’a, Petkim’de Azeri Socar-Turcas’a satılması silsilesi bile ilk zamanlarda mezhebi geniş bir zihniyetin geçerli olduğunu, hatta döviz girişi önceliğinden dolayı yabancılara iltimas edildiğini gösteriyor. AKP bu hamlelerle bir bakıma uluslararası sermayeye rüştünü ispat ederken, zamanla piyasalaşma\ metalaşma eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sular, topraklar derken tüm yaşam alanlarına nüfuz etti. İktidar partisi güç biriktirdikçe, İslamileştirme gündeminin gereklerini de giderek artan dozda tüm bu mecralara zerk etmeye koyuldu. İhaleler de büyük ölçüde yandaşlık zemini üzerinden dağıtılmaya başlandı.

“İşçi kardeşliği” heyulası “din kardeşliği”ne dayalı örgütlenmelere ağırlık verilmesini getirdi. Biz vergi mükelleflerinin cebinden semirtilen “tarikat ve cemaatler”, sosyal hizmet alanlarında kamunun boşluğunu doldurmaya soyundu. Yerel yönetimlerin sırf “imanlı” gençlere sunduğu burs ve yurt olanakları “dindar ve kindar” bir gençliğin yetişmesine vesile oldu.

İslami/yandaş kadrolaşma kamuda liyakat mekanizmalarını yerle bir etti. İlişki ağları dışında kalan kamu çalışanları ayrımcılığa uğrarken, ehil olmayan ellerde tüm kamusal hizmetlerin niteliği düştü. Kamu, gelecek nesillerin kariyer planları içinde bir umutsuzluk kapısı haline geldi.

Yurttaş ‘in’ millet ‘out’
Sonunda RTE’nin “millet” kavramı dışında kalan bizim gibi yurttaşlar bir yandan kamudan nitelikli/seküler hizmet alamadığı için, gücü yettiği ölçüde özel okullara, özel hastanelere, özel hizmetlere yönelmeye başladı. Bir yandan da bizlerin kamusal alanda göz önünden kaybolması, kendi yaşam biçiminde ısrar edenlerin özel alana çekilmesi dayatılıyor.

En son Firuzağa’da yaşananlar artık kurtarılmış “adacıklara” da bel bağlanamayacağının kanıtı gibi. RTE’nin gün sektirmeyen hakaretlerinin üstüne, bir de vergilerimizle finanse edilen, kamusal bir hizmet vermesi gereken TRT’den her gün “hayvan” benzeri sıfatları işitmek eklendi. TBMM, Saray, Huber Köşkü bilumum mekânlar yine bizim cebimizden görkemli kitlesel iftarlara sahne oluyor. Özel alanda olması gereken ibadet kamusal alana taşınırken, seküler bir yaşam sürmek isteyenlerin suçlu gibi evlerine kapanması isteniyor.

Meslektaşımız Zeynep Sayın Balıkçıoğlu örneğinde görüldüğü gibi, nostaljiyle yad edilen Abdülhamit’in “hafiyelik müessesesi” sınıflara kadar giriyor. Zeynep Hoca’nın “makul ve ölçülü” ifadeleri bile tahammülsüzlük duvarlarına tosluyor. Mağaza zincirlerini aratmayacak “kampanyalar ve indirim vaatleriyle” dershaneyi pazar yerine çeviren üniversiteler, akademisyenlere “fikirlerini kendine sakla” özel alanın dışına taşırma baskısı yapıyor.
Temsili demokrasinin merkezi TBMM’de tartışma komisyon ve gruplara taşınır, yurttaşın izleme alanı dışına çıkarılırken; artık bununla da yetinilmiyor, Saray marifetiyle Meclis de itibarsızlaştırılıyor. Doğrudan demokrasi kanalları da, başta “Gezi fobisi” nedeniyle tıkanıyor; gösteri, yürüyüş, toplanma özgürlüğü fiilen ortadan kaldırılarak, “muteber olmayan” kesimler kamusal alanın dışına itiliyor. Hatta canına tak edenlerin sosyal medya aracılığıyla özel alandan kamusala taşıdığı mesajlar bile dava konusu yapılabiliyor.

İşte bu gidişata dur demek için artık “hem eşitlik, hem özgürlük” taleplerimizi askıya almamamız gerekiyor. Eşitlik cephesinde, bugün nasıl Fransa da emekçiler yeni iş yasasına karşı cansiperane bir direniş sergiliyorsa, artık bizlerin de kıdem tazminatı hakkımıza sahip çıkarak, kazanılmış haklarımıza sıkı sıkıya sarılmaktan başka çaremiz bulunmuyor. Öte yandan bu ortamda, özgürlük mücadelesinin ana halkası da laiklik savunucusu olmak zorunda. Gezi ruhuyla ve söylemiyle, çağdaş, laik, bilimsel bir eğitim talebiyle ayağa kalkan liseliler, diledikleri gibi yaşayabilmekte kararlı LBGT bireyler, doğasına sahip çıkan Artvin halkı daha yaşanılabilir bir ülke, yarının Türkiye’si için umut ve sorumluluk kaynaklarımız, müttefiklerimiz.

Lüksümüz yok! Ne emeğimizin karşılığını almaktan, ne de dilediğimiz gibi özgürce yaşamaktan vazgeçebiliriz.

Hiç kimse hapse tıkarım tehdidiyle bizi evine kapanmaya, kamusalı terk edip özele çekilmeye mahkûm edemez.

Amfiler de, salonlar da, sokaklar da, meydanlar da bizim, herkesin, hepimizin!