Adaline sahip olduğu bu gerçeküstü ideadan oldukça mutsuz. 100 senelik bilgeliği ve deneyimi elde ederek sonsuza kadar genç ve güzel kalmak neden insanı bu kadar rahatsız eder ve yorar, insan merak ediyor...

Kimse gençliğinin sahibi değildir

1937 yılında geçirdiği bir trafik kazası sonrası yaşlanmayıp sürekli 29 yaşında kalan Adaline’in hikâyesinin anlatıldığı ‘The Age of Adaline-Ölümsüz Aşk’ fantastik bir aşk filmi. Vampir filmlerinden alıştığımız üzere hiç yaşlanmama teması ile sürekli karşılaşıyoruz. Nedense bu tema, ölümsüz yeni bir aşka düşünce, o kişide sıkıntı yaratıyor. Bu filmde de Adaline vampir olmasa da aynı sıkıntıdan mustarip… Görüntü, kostüm, sanat yönetimi ve dış ses katkılarıyla bir edebiyat uyarlaması gibi davranan film ne yazık ki hedeflediği kaliteye ulaşamıyor.

Oscar Wilde’ın kahramanı Dorian Gray gibi ebedi gençlik ve ebedi güzelliğin peşinde koşan romanlar, hikâyeler, öyküler, destanlar bir yana dursun, Adaline sahip olduğu bu gerçeküstü ideadan oldukça mutsuz. 100 yıllık bilgeliği ve deneyimi elde ederek sonsuza kadar genç ve güzel kalmak neden insanı bu kadar rahatsız eder ve yorar, insan merak ediyor. Cevabı çok ilginç şekillerde işlenebilecek bu soru ile hiç ilgilenmeyen film günümüz aşk romanlarının fabrikatörü Nicholas Spark’ın bildik aşk hikâyeleri benzeri bir hikâyeye odaklanıyor. Böylece hikâyenin en orijinal, merak uyandıran kısmı sadece bir kostüm geçidi gibi kullanılmış oluyor.

HATALI KAST
Filmin en başlıca hatasının başrol oyuncu seçiminde yattığını düşünüyorum. Gossip Girl isimli fenomen dizideki Serena karakterinden hatırlayacağınız Blake Lively’nin Adaline karakterinin altından kalkamadığını düşünüyorum. Hollywood’un star yaratma listesinde yer alan Blake Lively, Adaline gibi derinlikli ve taşıması ağır rolün altında adeta eziliyor. Aktörün kendi bilinçaltından ve deneyimlerinden yola çıkıp yarattığı metot oyunculuğunun zor kullanıldığı fantastik karakterlerden biri Adaline. 100 yıl yaşamış ama hâlâ 30’unda görünen bir rol model de bulamayacağına göre, aktristin kendi hayal gücünü normalden biraz daha fazla zorlaması ve edebiyat alanındaki çalışmaları iyi incelemiş olması gerektiğini düşünüyorum.

KİM OLDUĞUNU BİLSEM
Adaline kimdir? Bunu hiç bir zaman tam anlayamıyoruz. Sadece şunları biliyoruz; Braille alfabesi okuyabiliyor, Portekizce dahil pek çok dili sular seller gibi konuşabiliyor, Trivial Pursuit oyununda aşırı başarılı, gardırobunda çok elbise var, Cavalier cinsi pek çok köpeği olmuş. Düşünün 1908’de doğmuşsunuz, yıl 2015 olmuş, siz hâlâ 29 yaşındasınız hatta şöyle düşünün 106 yaşındasınız üzerinizden iki tane dünya savaşı geçmiş, uzay çağına geçilmiş, dijital dünya almış başını gitmiş. Tüm bu büyük olayların, değişimlerin ağırlığını taşıyor Adaline. Bu karaktere katılan yorum ise sadece garip bir sakinlik hali. Karakterin ağır yürüyüşü, sessiz konuşması neredeyse ürkütücü. İç huzurunu ve iç barışını bulmuş, ağır başlı biri gibi davranmak için bu kadar sıkıcı ve ürkütücü gözükmekten başka bir çözüm mü bulunamamış, anlaması zor.

HİKÂYE BÜYÜK
Filmin senaryosunda da sakatlıklar mevcut. Daha önemli şeylere değineceğine, pek de merak ettiğimiz soruları cevaplayan senaryo bizi filmden koparıyor. Örneğin, Adaline maddi kazancını bunca yıl nasıl sağladı gibi... Kullanılan abartılı dış sesle açıklanan fantastik örgü ise oldukça komik. Film, Adaline ve yeni tanıştığı Ellis’i çiftin merkezine almaya karar verdiğinde daha işlevsel bir hal alıyor. Gerçi bu noktada da “100 küsur yaşında hisseden bir kadın birisine hâlâ bu derece âşık olabilir mi?” dedirtiyor. İdealize edilmiş güzellik temsilleri olan sofistike çiftimiz, Ellis’in ailesini ziyaret ettiklerinde, film daha ilginç bir hal alıyor. Hikâyeye eklenen bu ilgi çekici gelişme ne yazık ki hevesimizi kursağımızda bırakıyor ve bir yere varmıyor. Ellis’in babası rolündeki Harrison Ford’un karakterinin filme kattığı yeni heyecan başıboş bir şekilde üstünkörü geçiliyor. Hikâyesi kendisinden büyük olan film gene de sevimli bir aşk filmi olarak keyifle izlenebilir.