Apartmanda oturan yoksulların birçok durumda komşularıyla selamlaşma dışında ilişkileri yok. Akraba ilişkilerinin ‘dayanışma ağı’ anlamını yitirmesi sürecinin de derinleştiği anlaşılıyor. Yoksullar için yalnızlığın diğer adı gariplik veya garibanlıktır. Garibanların yalnızlığı yeni değil elbette. Yeni olan, dayanışmacı cemaat halesinin sermayenin hükmüyle kaybolmaya yüz tutmasıdır.

Kimsesizlerin kimsesizliği yahut “gariban”ın ölümü: Yalnızlaşma
Fotoğraf: Depo Photos

Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN

Yazı Dizisi: Günümüzde Yoksulluk Halleri, Mülakatlar ve Notlar

Uzak geçmişten bir tanıklık sahnesi resmederek başlayalım: Kışın evde yakacak yokken kapı çalınır. Yoksul kapıyı açar ama kimseyi göremez; kapının önüne bir torba odun bırakılmıştır. Ya zaten evde yakacak olmadığını bilen ya da kömürlüğü kontrol edip olmadığını anlayan bir komşu odun getirmiş ve kendini de gizlemiştir. Tabii bu sahneyi, “o güzel zamanlarda” sahip olduğumuz ve fakat şimdilerde kaybettiğimiz saf bir dayanışmacılık nostaljisi yapmak için aktarmıyorum. Böyle bir romantizmin unutturduklarını hatırlatmak için çok daha geriye, Mahmut Yesari’nin 1933’de yayımlanan romanı Tipi Dindi’ye gidelim: Hasta kız kardeşine ilaç alacak parası bile olmadığı halde yoksulluğunu gizlemeye çalışan Macid, kokuta kokuta pirzola pişiren komşularına karşı “insafsız bir alaya” başvurarak etraftan turfanda meyve kabukları, çikolata kâğıtları vb. şeyler toplayarak çöp tenekesine koyar ve çöp dökülen arsaya boşaltır. Böylece de, o çöpleri gören komşuları çıldırtır. Bilmektedir ki bu, “Mahalleye karşı bir cinayettir.”[i] Ancak Yesari’nin anlattığı bu sahnede, hem Macid için, hem de mahalleliler için çiğnense de bir cemaat normu veya hissi söz konusu. Oysa aşağıda görüleceği üzere, bugün zaten çoktan fazlasıyla ayrışmış mahallelerde veya mekanlarda pek de kimsenin böylesi bir cinayetten yakınmak gibi bir derdi kalmamıştır. Ne atıklarla yoksulluğunu gizlemek ve ne de komşunun atıklarına bakmak akla geliyor artık. (Atık toplama ise, yoksulların temel bir gelir kaynağı haline geldiği gibi, sınıf karşılaşmalarının nesneler yoluyla gerçekleşen bir biçimi gibi de işliyor.) Muhtaçlığını göstererek yardım dilenmeyi bir kenara bırakırsak, yoksulluğun görünmezleştiği veya zaten görülmediği koşullarda saklanması gibi bir kaygıya da esasen gerek kalmıyor.

KOMŞULUKTAN AİLEYE: YOKSULLARIN AHLAKİ EKONOMİSİNDE DÖNÜŞÜM

Yoksulluk Halleri’nde geleneksel dayanışma ve yardımlaşma kalıplarının çözülmeye yüz tuttuğu vurgulanmıştı.[ii] Bu araştırma ise, AKP döneminde bu çözülmenin çok daha derin bir hal aldığını ve günümüz kapitalizminin neoliberal ethos’unun sirayet ettiği alt sınıfların ahlaki ekonomilerini kendine benzettiğini gösteriyor. Elbette söz konusu geleneksel kalıpların hala işlediğini gösteren örnekler var: Evinde oturan kiracıdan para almayan ev sahipleri, evsizlere barınak ve besin sağlayan mahalle bakkalı, kardeşlerine yardım eden ağabeyler vb. (Benim araştırdığım Ankara örneğinden görece farklı olarak, taşrada geleneksel kodların hala etkili olduğunu, yani “eşzamansızlığın” görece -ama görece- ağır bastığını da düşünebiliriz.[iii]) Ancak anlatıların büyük bir bölümüne kimsesizlik ve yalnız bırakılmışlık vurgusu damgasını vuruyor. Bunun en sık karşılaşılan ifadesi “Allah’tan başka kimsem yok” (Arife, İrfan, Seda).[iv] Öyle ki yalnızlık bir veri olarak ele alınabiliyor; örneğin Devran, başı sıkışınca yanında olan kimse olmadığını söyleyince yaptığım “Öyleyse yalnızsın demektir” yorumuna “Herkes yalnız hocam. Siz değil misiniz?” karşılığı veriyor.

Mahalle ve komşuluk ilişkileri açısından, yukarıda söz ettiğim nostalji sıklıkla karşımıza çıkıyor. Sözgelimi Salih “Önceden paylaşım vardı hocam. Şurdan gelirdi sana bi tabak yemek, ordan gelirdi sana bi bardak çay…” diyor. Benzer şekilde, Duygu da, “Eski dayanışma ya da yardım, insana özen, insan için çabalamak, insana karşı bi acıma bile kalmamış ya. Yok bitmiş!” diyerek kaybolup gidene ağıt yakıyor. Mahalledeki ilişkiler için kullanılan “İnsanlar artık, Rabbime değil de, paraya tapıyo” (Salih) ve “Hiç insanlıkları yok” (Arife) ifadeleri sermayenin hükmünün alt sınıf insanlarını da birbirinden yalıttığını ortaya koyuyor. Bu hüküm, başka bağlamlarda olduğu gibi, komşuluk bağlamında da dinsel kültürel geleneği kendine eklemliyor. Nitekim, gecekonduda oturanlar da apartmanda oturanlar da komşularının Kurban Bayramı’nda et getirmediklerini söylüyorlar (Adalet, Zühre, Hayriye, Serpil). Yardımlaşma veya dayanışma bir tarafa, mahalle ve komşuluk ilişkileri -Lefebvre’in deyişiyle-“görüşmeden toplaşma” halini almış durumda. Özellikle apartmanda oturan yoksulların birçok durumda komşularıyla selamlaşma dışında ilişkileri yok (Şükrü, Nesrin). Komşularının yoksul olup olmadığını bilemeyebildikleri gibi, Nur örneğinde olduğu gibi, binayı temizleme işini yaptığı için hor görüldükleri de olabiliyor. Dahası Yeter gibi komşularla ilişkisizliği tercih edenler de var.

Akraba ilişkilerinin dayanışma ağı anlamını yitirmesi sürecinin de benzer şekilde derinleştiği anlaşılıyor. Nitekim, Seda, onlarla ilgili soruya sert bir cevap veriyor: “Tırnağın varsa başını gaşı. Akraba nerde? Akrep olmuş herkes ya, ne akrabasından bahsediyon? Bir Allah’ın guluyum.” Erkan da, zengin akrabaları hakkında onunla neredeyse aynı sözleri ediyor: “Git de bana bi sıgara parası ver, vermezler… Hepsi akrep… Akraba yok…” Şükrü ise, “Gardaşım var diyenin, akrabam var diyenin Allah belasını versin! Beni hep yediler!” diyor. Birçok durumda, çekirdek ailenin kendi içine kapanmasının neredeyse kural haline geldiği görülüyor. Sözgelimi, Yasemin, ev sahibi akraba olmasına rağmen kirayı çok artırmak istediği için çıkmak zorunda kalacağını, kardeşlerinin ise kapısını bile çalmadıklarını, çocuğu aylarca yoğun bakımda kaldığı ve kendisi de ameliyat olduğu halde destek vermediklerini anlatıyor. Necla, cezaevine giren eşinden boşanmadığını için destek olmayı reddeden ailesiyle hiç konuşmadıklarını, Kibar da, dul kaldıktan ailesinin “çocuklarına bir çorap dahi almadığını” söylüyor. Yeter ise, hurda toplayarak geçinmeye çalıştığı bir zamanda, ablasının çocuklarına bakamadığı için şikâyet etmesi üzerine çocuklarının elinden alındığını anlatıyor ki onu intihar girişimine sürükleyen bu durum nedeniyle de ablasıyla ilişkisini tümüyle koparmış: “Ailen yok, velin yok, kimsen yok, işte öyle çaresiz kalıyosun.”

Engelli ve dul olan Elif’in anlatısı, sermayenin hükmünün ahlaki ekonomide yarattığı dramatik dönüşümü ortaya koyuyor: Görüştüğümüz gün sosyal yardımdan gelen parayı çekip alacağını isteyen ablasına borcunu ödeyeceğini söyleyen Elif, ağabeyinin, dul olunca babasından kalan maaşın bir kısmını almaya hak kazanacağı için boşanmasını istemediğini, zira annesinin maaşını onun aldığını anlatıyor! Sorun çıkmasın diye maaştan feragat eden Elif ise, AKP mitinglerine giderek yardım bağlantısı arıyor. Bir başka dramatik örnek de Sema’nın hikâyesinde karşımıza çıkıyor: Kocası evi terk etmiş ve çocuğu hasta olan Sema, kayınvalidesinin evinde kiracı olarak oturuyor ve kayınvalidesinin “Yapabileceğim bi şey yok, isterseniz boşanın” dediğini aktarıyor. Kuran kursunda hocalık yapan ve evleri ve arabaları olan ablasından fitre ve zekâtı çocuklarına vermesini istemiş. Ancak ablası “Biz yabancı ülkelere veriyoruz, ben bi şey diyemem eşime” diyerek reddetmiş. Sema, “Bencil olmuş artık… (Yeğenini) düşünmeyip de başkalarını düşünüyosa ne diyebilirsiniz ki? Ben artık ablamı o lafından sonra ölene kadar görmesem arayıp sormam” diyor. Onun anlatısı, -A. Bora’nın ele aldığı[v]- Saliha’nın yaşadığı akrabalarından fitre alma ve fakat bayramda evine ziyarete gelmemelerine gücenme halinden kardeşin bile fitresini esirgemesi ve buna gücenme haline geçildiğini ortaya koyuyor.

Bu dönüşüm, Alevilik gibi kültürel kimliklere de damgasını vuruyor. Sözgelimi, Berkay, Aleviler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle ilgili soruma: “Önceki Alevilikler bitti. Önceki Sünnilikler de bitti. Önceki arkadaşlık da bitti, önceki dostluk da bitti” cevabı veriyor. (“Sünni” olan arkadaşı Murat’ın onun sözünü bölerek ettiği “Nasıl farklı bi şey olduk ya!” cümlesi de Pasolini’nin deyişiyle “antropolojik mutasyona” işaret ediyor.) Selcan da, “Alevilikte bi ekmeğin varsa üçte ikisini dağıtmak zorundasın. Alevilik odur ama bizde kalmadı artık” diyerek geleneğin çözüldüğünü vurguluyor. Onun babası olan Haydar ise, yanlış yaptığını düşündüğü şey olup olmadığı sorusuna “Çok yanlışlarım oldu, şimdi pişmanım” cevabını verdikten sonra, para kazandığı zamanlar dört kardeşini evlendirdiğini, eşinin şimdi “O parayı verene kadar arsa alsaydın” dediğini anlatmaya başlıyor. Sonra babasının hacca gitmek yerine öksüze yardım etmeyi salık verdiğini vs. hatırlıyor. Ben “Bunlar yanlıştı mı diyosun?” diye sorunca ise, bu defa “Yanlış deel” cevabı veriyor. Böylece, söz konusu dönüşüm, kendisinde değerli bulduğu şeyden pişmanlık ile hala onu sahiplenme arasında gidip gelmesine yol açıyor.

Bu tabloya “Market İşçisi Şahin” örneğinde değindiğim emek rejiminin bireyselleştirici ve yalıtıcı etkilerini de eklediğimizde, yalnızlaşmanın hayatın her alanına damgasını vurduğu ortaya çıkıyor. Böyle olduğu ölçüde de, beka arayışındaki “kimsesizler” için -gayrimeşru yollar haricinde- iki seçenek kalıyor: Muktedirlerin bir “ihsan” veya “hayır” gibi sundukları sosyal yardımlar ve sermayenin borçlandırma rejimine –“layık” bulunurlarsa veya kara listede değillerse- dahil olarak bankaya borçlanma.

‘GARİBAN’IN TÜRKÜSÜ VE ÖLÜMÜ

İsmet Paşa Mahallesinde oturan ve balonculuk yapan Halil’in anlatısı yalnızlaşmanın yarattığı ruh hali ve duyguları ortaya koyuyor: “Tek başıma bu eve girdiğim zaman akşamları bazen bana böyle bi hüzün çöker. Geçen ağladım ya kendi kendime. İşten geldim, böyle düşündüm, anam vardı benim dedim, babam vardı, kardeşlerim vardı, evlatlarım vardı. Genç yaşta kaldım tek başıma… Yarın 50 yaşına gelince kim bilir nasıl kalırım dedim… Bittin abi, bittin… Çoğu burda yalnız yaşıyo, artık bi yalnızlık çökmüş adama yani.”

Yoksullar için yalnızlığın diğer adı gariplik veya garibanlıktır. Kültürel tarihimizde, bir isim ve sıfat olarak “yoksul”u maddi yoksunluğun ötesinde bir duygu durumu içine yerleştiren baş sözcük “gariban”dır. Bilindiği üzere, yabancı, tuhaf ve kimsesiz gibi anlamları olan “garip”ten türetilen “gariban,” “zavallı,” “acınacak halde olan,” “gurbete düşmüş ve yalnız kalmış” olana işaret eder. Burada kritik olan, Tietze’nin belirttiği gibi, sözcüğün “’garip’in hipokoristik (sevgi ve acıma belirten) varyantı” olmasıdır.[vi] “Okşayıcı” bir isim ve sıfat olarak gariban, “garipsilik”te olduğu üzere yalnızlık duygusunu anlattığı gibi, kimsesiz olana yönelik -ister hemdert olma ve isterse de acıma şeklinde olsun- bir duyguyu da anlatır. Bu da demektir ki, gariban, kimsesizliğine dertlense de, etrafında onun bu halini dert edecek insanlar vardır; böyle olduğu ölçüde de tümüyle kimsesiz değildir. Yani asla “yabancı” değildir; yalnız da olsa etrafında “kimsesizleri” okşayan ve saran bir cemaat vardır. Yaşadığımız kültürel dönüşüm ise, böyle öznelerarası bir duygulanım olarak “gariban”ın salt “yabancı” anlamıyla garip haline gelmesi yönünde ilerliyor.

Sözgelimi, Duygu, Salih ve Oğuz’un evleri yok; nereyi bulurlarsa orada yatıyorlar. Bu yuvasızlık hali garibanlar için hiç yeni değil elbette. Nitekim türkü de “Oy akşamlar akşamlar / Gine geldi akşamlar / Evli evine gider… / Garib nerde akşamlar…” diyor. Ancak garibanın yaktığı türküye kulak veren ve içlenenler azalmış ve garibanların -“tehlikeli sınıf” olarak- uyandırdığı hâkim duygu ürküntü veya korku haline gelmiş olduğu ölçüde çok şey değişmiş demektir. Tam da türküdeki gibi evsiz olarak çocukluğunu geçiren Yaşar’ın anlatısı buna işaret ediyor: “Sabaha kadar yağmurun altında sokakta… Acımasız değil mi ufak çocuğun sokakta kalmasına göz yummak? Binanın kapısına dikiliyon mesela, gecenin saat 2’si, giren oluyo, tek tük çıkan oluyo. Benim ordan gitmemi isterlerdi, kovarlardı yani.” Onun gördüğü bu muamelenin bir başka tezahürü, 1979 yapımı olan Aşkı Ben mi Yarattım adlı filminde sokakta bir kapının önünde yatan gariban çocukları görünce yanlarına oturup “Ben yokluğu yalnız bende sanırdım” diye başlayan içli şarkısını söylemiş ve yalnızca “halk konserleri” vermiş olan Orhan Gencebay’ın bugün artık sarayın ve borsanın şarkısını söylüyor olması değil mi?

Kültürel tarihimizde, garibanların baş ozanı ve gariplik duygusunun zirvesi Neşet Ertaş olmuştur. (Not edelim, Neşet, “yoksulluk” yerine sıklıkla “yoksuzluk” derken, bir ek olarak bile iyeliğin olmadığı bir hali, “yokun bile yokluğunu” vurgular.) Başta sözünü ettiğim cemaat hissi, Neşet’in dilinde de karşımıza çıkar: “Ne bilsin eller eller, perişan halleri”, “Ne bilsin”-veya “(Garibin) derdini kimse bilmez”- derken bile bilinmesi halinde ellerde uyanacak bir ilgi ve duygu söz konusudur. Tam da bu anlamıyla öznelerarası bir duygu ilişkisini çağırdığı haliyle garibanlar, ozanları Neşet Ertaş ile beraber “sembolik olarak” ölmüşler veya -hala Neşet dinleyince ağlayanlar olduğuna göre- ölmemişlerse de öksüz-yetim kalmışlardır. Kastım, “aşağıdakinin yüceliğini” vazeden (“toplumsal olarak çevreye ait olanın sembolik olarak merkezi olduğu” ve “sembolik tersine çevirmeyi” içeren) kültürel geleneğin kalıntı gibi bir hale gelmesidir. “Altta kalanın canı çıksın” deyişinin eleştiriden alenen ve arsızca benimsenen bir düstura dönüştüğü koşullarda, “garibanlık edebiyatı” yapan pek kalmadığı gibi, gariplerin şarkısını da yalnız bir avuç solcu sanatçı söyler olmuştur.

Kısacası, garibanların yalnızlığı yeni bir durum değildir elbette. Yeni olan, onun etrafını saran veya tamamen fırlatılıp atılmışlık hissinden uzak tutan duygudaş-dayanışmacı cemaat halesinin sermayenin hükmünün pekişmesiyle kaybolmaya yüz tutmasıdır. Yani yalnızlığın mutlaklaşmasıdır. Ancak bir hayıflanma, yakınma veya nostalji konusu olarak bile olsa dillendirilmesi kültürel hafızada hala canlı olduğunu gösteriyor. Bu ortaklaşmacı ve dayanışmacı geleneği yeniden icat etmek ve yalnızlaşmayı tersine çevirmenin tek yolu devrimci bir kolektif iradenin boy vermesi. Aksi halde, yoksulların yaşadığı içe göçme halinin derinleşmesi kaçınılmaz görünüyor.

[i] M. Yesari, Tipi Dindi, Toker Yayınları (İstanbul, 1974), s. 246.

[ii] Özellikle bkz. A. Bora, “Kadınlar ve Hane: ‘Olmayanın Nesini İdare Edeceksin?’” ve M. Şen, “Kökene Dayalı Dayanışma-Yardımlaşma: ‘Zor İş’.”

[iii] Eşitsizliklerle ilgili nicel verilerin kapsamlı bir analizini yapan Işık, alt gelir dilimlerinde tanıdığının veya akrabasının evinde oturarak ev sahibi olmadığı halde kira ödemeyenlerin oranında yakın dönemde çarpıcı bir artış olduğunu belirtiyor ve bunu “alt gelir gruplarında dayanışma ilişkilerinin hala sürmekte olduğunun bir kanıtı” olarak görüyor. Bkz. O. Işık, Eşitsizlikler Kitabı: 2000’ler Türkiye’sinde Gelir, Tüketim ve Değişim, İletişim yayınları (İstanbul, 2022), s. 170-2. Benim yaptığım görüşmelerde ise, kira ödemeyenler olmakla birlikte, akrabalık ilişkileri dayanışma anlamını yitirmiş görünüyor. Eşzamansızlık hakkında günümüz faşizmi bağlamında kısa bir değini için ise, bkz. “Günümüz Faşizmi Üzerine Bazı Notlar“, Birikim, Şubat-Mart 2001 (382-383), s. 25-38.

[iv] Adı geçen mülakat verenlerin profil bilgilerine burada yer veremediğimi, bunları daha sonra yayımlayacağımı belirteyim.

[v] A. Bora, s. 101-2.

[vi] A. Tietze, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugati, Cilt 3, Türkiye Bilimler Akademisi (Ankara, 2016), s. 149.