Hani bu salgın sonrası artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı? Yavaş yavaş ‘yeni’ normalimize dönerken aynı iyimserlik ve inançla “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” diyebiliyor muyuz? İlk günlerdeki dayanışma rüzgarı, bilim kurulları ile yeşeren umutlar birer birer sönüyor. Ekolojik denge mi? Şu Covid-19 baskısı altında bile kaç doğa harikası beldemize imar çıktı. Bilim mi? Ekranlarda bilim insanlarının nasıl kıvrandığını görüyoruz…

Kimseyi öldürecek maddi manevi kapasitemiz yoktur

Üstünden epey zaman geçti ama ben bu konuşmada takıldım kaldım. Bence öldürülecek komşu listeleri ve hazırda tutulan maddi manevi öldürme donanımı bir sıçrama noktası oldu; ‘kötülükte’ bir zirve. Macun tüpten çıktı, geri konulamaz. Beklenen kurumlardan beklenen ani tepki gelmedi, bir kere ar damarı çatladı. Bazı görüş sahipleri için bizle aynı fikirde olmayanları istediğimiz gibi tehdit edebiliriz kapısı açıldı. Savunma ise beyandan daha da kaygı uyandırıcı. Sözlerin sahibi, “...bu sözlerimle kamusal düzeni korumak adına bir şeyler söylemeye çalıştım...”* ifadeleriyle kendini savundu. Kamu düzenini korumak adına, kim ve ne tarafından görevlendirildiler? Düzeni koruyacağım diye eline silahı alan sokaklara çıksa neye döner dünya? O zaman atış serbest, herkes kafasına göre kamu düzeni bozanlar listesini yapsın mı? Çünkü söylenenler bu anlama geliyor. Bir diğeri de -sanırım erkeklere- seslendi ve “Karınızı, çocuklarınızı bizden nasıl koruyacaksınız?” diye sordu. Ne yapmayı planlıyorsa artık, korunmaya ihtiyacımız olacaktı. Benim babam vefat etti, ağabeyim de yok. Kocam ise trafikte korna bile çalmaz. Yani iş başa düştü. Sadece bir sorum var, bu korunması gerekenler kimler oluyor ve siz ne yapmayı planlıyorsunuz da böylesine bir korumaya muhtaç olacağız?

Adı Barış!

Gencecik yaşta, bir gece çıkan bir sokak tartışmasında bıçaklanarak öldürüldü. Hepimizi acıya boğdu. Birbirinden çok farklı iddialar hemen her türlü medyayı doldurdu. Resmi olan, resmi olmayan açıklamalar yapıldı. Ama “gerçek” artık “taklidi” ile birlikte yaşayacak. Tüm açıklamalara rağmen kimse kimseye inanmayacak. Artık hiç bir "doğrulamanın", "doğru" olmadığına inanılan bir dünyada yaşıyoruz. Kendi bindiğimiz dalı kestik, yerdeyiz. Yerin de dibindeyiz… Sevgili Barış artık "Kürtçe şarkı kurbanı" ya da "Ezan Şehidi", ölümünün terazisi bunlara göre tartılacak. Ve Barış hiçbirimizi affetmeyecek. Oysa tek gerçek: Barış Çakan 20 yaşında, şehrin ortasında bir sokak tartışmasında kalbinden bıçaklanarak öldürüldü. İnsanlar bu kadar delirdi.

Epey bir zamandır alıştık artık, toplumumuzun kutuplaşmada zirveye oynadığını zaten biliyoruz ama sanki yani biraz fazla olmadı mı? Ergenler gibi laf yarıştırma, ikide bir de ayar verilme durumuna da alışkınız ama bunca açık tehditler yeni normalimiz mi? Ölümleri bile kutuplaştırıyoruz. Twitter’da beş dakika dolaşın; elinde baltası, palası, duvarında silahı, kavanozda kurşunu ortaya tehditler salan fotoğraflar, mesajlar... Bir sokak kavgasında ölüm ortamı bunların sonucu değil de ne? Eminim hepsi kendi bildiğince kamu düzenini koruyor.

İçişleri Bakanı “İzmir’de camide şarkı çalan suçluyu yakalarsak, ceza olarak cami önünde dikip ezan dinleteceğim” diyor. Anladığıma göre yeni bir hukuk düzenimiz var. Hukukçular düşünsün artık.

İstanbul’un göbeğinde Hrant Dink Vakfı’na “Bir gece ansızın geleceğiz, gidin buralardan” diye bir tehdit mesajı atılıyor. Sonra bakıyorsunuz altında ‘bir gece ansızın bir yerlere gidiverme’ arzusunda, onlarca mesaj. Kimi nereden kovuyorsunuz? Bir gece ansızın gidip ne yapmayı planlıyorsunuz? Bu ne cüret, neyin coşkusu, nedir bu kırma dökme yok etme arzusu? Bu ne amansız bir düşmanlık. Sonra bir vatandaş bir gece ansızın bir kilise kapısında ‘haç’ görüp kendini kötü hissediyor ve haçı kapıdan koparıp yere atıyor. Yakalanıyor, bırakılıyor sonra gene yakalanıyor. Onun cezası da kilise kapısında haçın karışısında dikilmek olsun mu? Hrant Dink Vakfı’na tehdit mesajı atan da vakfın önünü süpürsün mü? İşte size bozuk kamu düzeni.

Fetih değil gündem sıkıntısı

Günlük dilimizde artık adım başı fetih, kılıç artığı, kılıç hakkı. Ben mi bu kelimeyi yanlış biliyorum da her duyduğumda ürperiyorum diye sözlüğe baktım. “Bir şehir veya ülkeyi savaşarak alma” diyor Türk Dil Kurumu Sözlüğü. Evet, “savaş” diyor! Kimin toprağında gözünüz var, söyleyin biz de bilelim. Biliyoruz ki dert fetih değil, zafere açlık. Dert, gündem sıkıntısı. Barışta kazanılacak zaferlerden ümidi kesmiş bir millet ancak geçmiş savaş zaferlerinin anıları ve yaratılmış bir düşman tehdidi ile beslenir.

İnsanlık tarihine ve mirasına ekleyecek; sanatta, bilimde, teknolojide, tarımda, beton dışında bir alanımız var mı ki dünyadaki zihinleri, gönülleri fethedelim?

Hadi o zaman tekrar İstanbul’u fethedelim!

Hadi o zaman kendi camilerimizi fethedelim.

Gösteri artık tek iletişim yolu, tek toplumsal tutkaldır. İstanbul’u, camileri fethetmek gibi kutsal bir iş varken kimse durup kaybettiği işinin, ödeyemediği faturanın hesabını sormayacaktır. Soranlar da zaten ya terörist ya vatan haini kıymet bilmezlerdir.

Hani bu salgın sonrası artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı? Yavaş yavaş ‘yeni’ normalimize dönerken aynı iyimserlik ve inançla “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” diyebiliyor muyuz? İlk günlerdeki dayanışma rüzgarı, bilim kurulları ile yeşeren umutlar birer birer sönüyor. Ekolojik denge mi? Şu Covid-19 baskısı altında bile kaç doğa harikası beldemize imar çıktı. Bilim mi? Ekranlarda bilim insanlarının nasıl kıvrandığını görüyoruz… Futbol maçları başlayacakmış! Sorumluluk federasyonunmuş! Tamam, ben de sorumluluğu üzerime alıyorum, yakaladığımı öpüp sarılıyorum.

Sevgili Diyanet, düğün halaylarında kadınlı erkekli yan yana dans ettiğimde de sorumluluğumu üstüme alıyorum. Düğün halayında bile bunu düşünen varsa da Allah’a havale ediyor, acil şifalar diliyorum.

Uzaklarda bir yerde bir ülke başkanı elinde kutsal kitap -bu kez İncil- ile poz verdi. Söyleyecek sözü, savunacak yanı kalmayınca, eline kutsal kitabı alan ‘haklı’ çıkacağını sanıyor. İşte gösterinin en sevilen, sık sık sahnelenen perdelerinden biri. Daha önce de görmüştük!

Çağımızın tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur... Çağımız için ‘kutsal’ olan tek şey ‘yanılsama’, kutsal olmayan tek şey ise ‘hakikattir’. Dahası hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından ‘yanılsamanın had safhası’, ‘kutsal olanın da had safhası’dır.**

Eski bir yazımda, Afrika’da bir nehre yazılan aşk mektubunu anlatan filmden bahsetmiştim. Bir de Hermann Hesse’in 100 yıl önce ağaçlara yazdığı bir aşk mektubu var. Onu da yazmak istiyorum. Doğanın muhteşemliğini, birbirleriyle yardımlaşma ve haberleşme ağlarını. Sıra gelmiyor bir türlü. Ben ağaç, çiçek, nehir seven bir çapulcuyum. Ben yeryüzü sofraları ile doyan, insanlar birlikte balkonlardan şarkı söyleyince mutlu olan iflah olmaz bir hayalperestim.

İçim yaz ama iklim kış.

Bir yandan da salgın devam ediyor, hâlâ ölen, kalan sayıları yayımlanıyor. Bir ay önce yapılan korunma önerileri durmadan tekrarlanıyor ama bir yandan da ‘yeni normal’e filan değil, bildiğimiz ‘normal’e dönülüyor. Sırf ülkemizde değil, tüm dünyada; kim bilir nelere oluk oluk akıtılan mali kaynaklar, öldürücü bir salgın hastalıkta ancak üç ay dayanıyor.

Covid-19, işin çok kolay. Zaten sana gerek yok, ölmüşüz de kaldıranımız yok.

İnsanlık tam bir hayal kırıklığı.

Acaba neandertaller gerçekten nasıl yok oldu?

* 1 Haziran 2020 tarihli günlük gazeteler: Yeniçağ, BirGün, Sabah, vs...

** Debord, G., Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları, 1996.