“1934 yılında soyadı kanunu çıktı.Her türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı.

“1934 yılında soyadı kanunu çıktı.Her türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı. Dünyanın en cimrileri "eliaçık", dünyanın en korkakları "yürekli", dünyanın en tembelleri "çalışkan" gibi soyadları aldılar.Bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine "çevikel" soyadını almıştı.Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan soyadlarını kapışıyorlardı.Her türlü yağmada hep sona kaldığım için “güzel soyadı” yağmasında da sona kaldım.Bana, ortada böbürleneceğim bir soyadı kalmadığından, kendime "nesin" soyadını aldım. Herkes "nesin" diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim...”  Aziz Nesin...

Kendimi bildim bileli, isimler önemlidir benim için... şanssız bir çocuk sayılmam, adımı seviyorum... soyumun adının tek taraflı konulmasından çok da hoşnut değilim, zira sadece babam yoktu, benim bir de annem var... ve onun da soylarına konulmuş bir ad... ama geçmeli şimdi bunları zira bir sonu yok ... düşününce kimin soyunun adını aldığımın belki çok bir önemi de  yok... hatta öyle bir kavram da yok... aslım belli ... annemin bir düşüncesine hayran kalmıştım, kişinin kendini bilir yaşa gelince kendi adını seçmesi fikri heyecanlandırmıştı beni... gökkuşağının tam da orta yerine bir kartopunu isabet ettirmek gibi bir şeydi bu... yine de hiç adım olmasaydı ve ben hep kanatlar takıp uçabilecek kadar hafif bir yüreğe sahip olabilseydim... adımı soranlara sadece gülümsemek ve bir ağacı gösterebilmek... adsız kalabilmek düşü ve her şeyden uzak!

Aziz Nesin’in bu gerçeğini öğrendiğim ilk zamanlar çok etkilenmiştim... ama bu küçük ve bende yedi richter şiddetindeki etkiyi yaratan hikayeyi öğrenmeden çok öncelerinden bu güne, ben her defasında kendi ruhuyla vuruşan, kendi suretine akla hayale gelmeyecek sorular sorup çocukluğunu bir köşeye sıkıştıran, kim olduğuna dair şüpheler içinde uyku sorunu yaşayan kimsesiz bir yağmur olup yağdım kendi üzerime... yağmur yağarken şemsiye kullanmayı sevmemem belki de bu yüzden... kendi yağmurlarından da sıkılır insan!

“Kim sonsuza dek yaşamak ister ki...” ... bu olağanüstü şarkının opera versiyonunu dinliyorum şimdilerde, bir yandan da yağmurlar çağırıyorum... yaşama tutunma süremiz ne kadar çok olmalı sahi... yüz yıl az gerçekte... otuzlu yaşlarımın ortalarında ben her gün yeniden keşfe çıkıyorum kendimi ve daha az yük taşımam gerektiğini fark ederek... 40 yıl bitecek ve ben “işte busun sen!...” diye yalınayak sokaklara atacağım kendimi ya da iki fazladan tokat ekleyeceğim geçmişime... kendi adımı koyabilmem ise hiç mümkün olmayacak... adım her gün değişiyor... her yorgunluk ve geçmişin karanlık izleri başka adlarla çağırıyor beni... bugün ne isterseniz öyle çağırın kendinizi... daha birkaç gün önce, güneşin sere serpe serildiği pencere kenarının önünde saçlarımın ucundan keserken kendi berber ellerimle, gülümseyerek o halime, yeryüzünün en güzel isimlerinden biri döküldü annemin o güzel dudaklarından suretime... “kibritçi kız...”... o gün en mutlu çocuğuydum dünyanın... kendi adından da sıkılır insan!

Ve olup bitenlerden de boğulacak hale gelir benim gibiler... küçük penceremden baktığım ve kimi zaman arasına karıştığım kalabalığı sevmiyorum... ne hale geldik... ve nasıl... her şey nasıl bu kadar değişebildi ve neden kimseler bir dur demedi... artık geri dönüş mümkün değil... mucizeleri beklemekten de sıkılır insan!

Birileri birilerini çok severdi eskiden... sahiden de severdi... arada zalimlikler de gösterirdi kendini aynı çatının altında ama kimseler kolay vazgeçmezdi birbirinden... sadık olmak, güzeldi... kadın, kadındı... erkek, erkek... huzur vardı... bir şekilde vardı işte... oysa şimdi... kocaman evlerde ayrı odalara düştük... herkesin ayrı birer elektronik posta adresi var... şifrelerimiz çok gizli... fırsat olsa, her odanın kapısına ayrı birer kilit de takarız belki... canımız istediği an boşanmamız şart oldu... caddelerde nasılsa her birimizden çok var... onurlu bir yaşam adına birlikte mücadele etmek yok artık... daha çok para gerek... hep daha çok para... daha büyük evler... ve plazma tv’ler... posta kutularına artık yalnızca faturalar geliyor... mektup yazmayalı ne çok zaman geçti... benim bir pul koleksiyonum bile vardı... her önüne çıkanla hemen içli dışlı olmak nasıl da sıradan artık... kimileri, sabahları aynı yatakta uyandığı kadın ya da erkeğin adını bile sorabilir belki de... isimler biraz da bu yüzden anlamlıdır gerçekte... her gün, sevdiğinizin adındaki anlam ve anlamları daha bir sağlam çözebilmek için... artık daha özgürüz... ne mutlu! Aile büyükleri elimizi öpmek için sıraya girecek yakında... tek sevdiğin insanla bir ömrü geçirebilmek alay konusu... ve nasıl da sıkıcı... her gün yeni erkek ve kadın isimlerini eklemek şart oldu rehberlere... telefonun hiç çalmazsa neredeyse, alay konusu bile olabilirsin... herkesin hayatı gözler önünde artık...

Sahiden de bir kibritçi kız olduğumu fark ettim bu birkaç gün içinde, iyi mi... çok özlüyorum... basit ve sade bir hayatı özlüyorum... işte bu yüzden, kendi saçlarımı kendi ellerimle kestiğimi artık itiraf ediyorum... sevdiğim adamın saçlarını da keserdim, yürekten ve isteyerek... bir sobanın etrafında buluşabilmek aile boyu... ve bir ahşap merdivenin geceleri ağır adımları üzerinden atmak için çabalarken çıkardığı o sesi dinleyerek...

Şehirli bir insandan bunları duymak tuhaf gelmesin sizlere... hiç doğmadığı bir kasaba ya da bir köyü de özler insan... ve kokusunu, yağmur sonrası o toprağın... ben adımı unuttum...