Köyde, kasabada, kentte onları kolayca tanıyabilirsiniz. Potansiyeldir kır dümbüğü. ‘Ne duruyon yürü la!’ derler birbirlerine, birine deyince diğerleri de bu davetin kendilerine yapılmış olduğunu bilirler, yoksa küserler! ‘La oğlum iki dene de ben geçireydim herifin gafaya gafaya!’ derler sözgelimi. ‘Ellerin dert görmesin, şöyle anasının örekesini göstertseydin şerefsize!’ derler.

Kır dümbüğü

1976’da ODTÜ 2. Yurt’ta denizgörmüş bir odada duymuştum bu sözü ilk. Denizgörmüş, iyilik, dürüstlük, yiğitlik, gözü karalık, canıfedalık, cesaret, özgürlük de görmüş demektir. 68 Kuşağı’ndan bir eski öğrenci, içerden çıkmış, afla, kaldığı yerden devam ediyordu, fizikti galiba. Ege’nin şivelerini, bizim Sakar Deresi’nin köylülerinden, bir zamanlar Eskişehir’e şehre geldik diye gelen Kütahya kasabalılarından başlayarak çok severim ama hangisi hangi şehrin çıkaramam! Denizli mi, Ödemiş mi, Muğla mı, Aydın mı oraların yumuşak şivesiyle ‘kır dümbüğü’ deyiverdi birinden söz ederken. O zaman da şimdiki kadar çok olmasa da sözü edilecek birileri vardı tabii, olmaz mı?

Gözlerinin içi gülen bir şivesi vardır Ege’nin, sözlerinin içi gülen. Uygarlıktan, kadim sulardan, zeytinden, limondan, üzümden, denizi ve göğü akrabadan yakın kılan maviden doğru, usulluk, yavaşlık, yumuşaklık vardır sözcüklerinde de söyleyişlerinde de. Bir an, ‘keratanın kulağını çekiverdim!’ yakınlığıyla söylenmiş bir söz gibi geldi bana. 68’li öğrenci de hem güngörmüş hem denizgörmüş, güleç, mülayim biriydi zaten, onun ağzından da çıkınca, ufak, gülüp geçilesi, komik bir benzetme gibiydi ‘kır dümbüğü.’ Değilmiş! Hayli beter bir anlamı varmış, hani bir zamanlar ufak tefek şirin bir valimiz vardı, yurttaşın birine ‘gavat’ deyip sonra da ‘kavas’ dedim dediydi ya, diyeceksiniz ki bir şey demedikleri gün mü var, yok da birine doğrudan doğruya demiş idi vali, işte onun deyip de demedim dediği laf gibi!

68’li öğrencinin adını çoktan unuttum, ama üzerinde annesinin ördüğü, tiftiklenmiş bir süveterle içindeki en üst düğmesine dek ilikli eski gömleği, ranzalardan birine tutunmuş, gülümseyerek konuştuğunu 45 yıldır unutmadım. Uzun boylu, zayıf, tam 68 devrimcilerinden. Hatta şunu da ondan duyduğumu anımsadım: ‘Biz ODTÜ’ye geldiğimizde solcuyduk ama hiçbir şey bilmiyorduk. Bir gün bir öğretim üyesi küçük oğlunu da okula getirmişti, 7-8 yaşlarında bir oğlan. Biz çocuğu seni küçük burjuva diye sevmiştik!” Bu hesaba göre öğretim üyesi baba burjuva, çocuk da küçük olduğu için küçük burjuva oluyordu! Ne diyelim, onlar nahifti ama dürüsttü, laikti, yurtseverdi, halk çocuklarıydı, emperyalizme, kapitalizme, faşizme, gericiliğe karşı canlarını ortaya koydular. Şimdi kavramları çarpıtıp kendilerini antiemperyalist ilan eden, İstiklal Savaşı verdiklerini söyleyenler gibi sermayeye göbeklerinden bağlı değillerdi, olamazlardı da!

Dümbük hem de kırlısından! Dümbük tarlası desem o güzel şarkı akla gelir, ayıp olur “Burçak Tarlası”na, onu anınca da bir Azeri türkü çıkagelir, bilinmez niye, “aylı gece serin külek göy çemen/dört yanımız ıtır saçar yasemen/ancak meni bu dertlere gark eden/ne çiçektir ne çemendir sen sen sen/ ay balam sen sen sen” . Yazı, başlığından ötürü pek pis kokuyor, bunu biraz gidermek için de çok sevdiğim iki türküyü biraz harcıyorum burada...

Dümbük dediğimiz hıyar, mebzul miktarda yetişmektedir, ne yazık ki yokluğu da pek söz konusu olacak gibi görünmemektedir. Çok da bereketlidir, yılda en az bir kez ürün alınmakta, ortamını da pek sevip benimsemiş olduğundan enine boyuna, sağına soluna bulaşıcı bir hastalık gibi geviş getire getire, yayıla yayıla büyüyüp çoğalmaktadır. Zaten iyi şeylerin değil, kötülüğün, kötülerin büyüyüp çoğaldığı bir dünyadayız, bir de bu kabaklar mı yoksa hıyarağaları mı ne desem bilemedim, ‘yok birbirimizden farkımız’ deyip, göbek büyütüp beyin küçültüp yerden mi çukurdan mı her neyse bitip durmaktadır.

İşte bu kır dümbükleri familyası da, biat ‘kültürü’ diyorlar ya, biatin kültürü mü olur, olsa olsa körlüğü olur, biat körlüğüyle davranan, yönetilip yönlendirilen zavallılardır. Korkaktırlar. Kendi yurttaşlarına saldırmayı, onları linç etmeyi, sürmeyi, kovmayı kahramanlık sayarlar.

Köyde, kasabada, kentte onları kolayca tanıyabilirsiniz. Potansiyeldir kır dümbüğü. ‘Ne duruyon yürü la!’ derler birbirlerine, birine deyince diğerleri de bu davetin kendilerine yapılmış olduğunu bilirler, yoksa küserler! ‘La oğlum iki dene de ben geçireydim herifin gafaya gafaya!’ derler sözgelimi. ‘Ellerin dert görmesin, şöyle anasının örekesini göstertseydin şerefsize!’ derler. Herkes namussuz, vatan haini, yabancı, gâvur, düşmandır çünkü yalnızca onlar namuslu, onlar şereflidir, onlar olmasa her şey elden gidecektir! Gaza gelmeleri işten bile değildir, hazırdırlar. Kadınları eve kapattıkları için gittikleri geldikleri, oturdukları kalktıkları her yer erkek meclisidir. Konuşmaları bu yüzden kabadır, incelikten yoksundur, cümlelerin sonunu tamamlamaya da gerek yoktur, zaten açık olan televizyon kanalları onların yerine yorum da yapmaktadır. Kafalarını sallaya sallaya birbirlerini onaylarlar. Şakaları da kabadır, boğuşur gibidir. Sözcükleri de kıttır. Eskiden evlerinde Saatli Maarif Takvimi olurdu, oradan günlerin değiştiğini fark ederlerdi. ‘İki günü eşit olan zarardadır’ derlerdi. Şimdi Allah’a şükür, her günün aynı olmasından hiç şikâyetleri yoktur. Dışarda kadın gördüklerinde, yüzlerini buruşturup tükürür gibi ‘cıh cıh cıh’ çekerler. Birbirlerine benzerlerdi, gittikçe daha da benzediler. ‘Vur deyince’ öldürürler. Yazıkmış, günahmış umurlarında değildir, hatta sevap kazandıklarını düşünürler, 2 Temmuz 1993’te Madımak Otelini içindeki 35 canla ateşe verirken, yaktıklarının insan, yani canlı olduğunu biliyorlardı, ama ‘yakın la yakın!’ diye bağırıyorlardı. Tanrı bu olanları, yaptıklarını unutur, yanlarına bırakır sanıyorlardı zahir. Yakan onlar, korkansa benim! Sanki tanrıya ben hesap vereceğim!

Kırda, kasabada, kentte her yerdedirler. Mahallenin ahlakı bozuluyor, ‘artiz kılıklı garılar’ ellerinde içki bardakları kapının önünde sigara içiyor diye sergi mekânlarını basarlar, dükkânında bira içiyor diye plakçı dükkânını basıp sahibini döverler, açık saçık diye heykeli kırıp parçalarlar, sonra da kanımıza dokundu derler! Kanlarına da pek düşkündürler!

Dünya yeni medyalarla aslında daha da genişleyip büyürken, onlar bulundukları kentleri, kasabaları da, genişlikleri de küçültür, daracık alanlara dönüştürürler. Kendilerine benzeyenler dışındaki herkes kötüdür, haindir, vatana millete karşıdır ve ilk görüldüğü yerde ezilmelidir!

Geçmişe, tarihe pek düşkün görünürler, aslında gün oğludur hepsi de, fırsatçıdır, hep beraber bir kişiye, bir kadına saldırdıklarında güçlüdürler, ‘vurun kahpeye!’den ‘furun hayına!’ kadar gelmişlerdir. Arkadaşlık, yoldaşlık duyguları yoktur, çünkü başkalarını öteki diye sevmeyenler birbirlerini nasıl severler ki, sevebilirler mi? Anında satarlar, hemen satarlar, dümbük olmak da satmak demek zaten! Dayanışma bilincinden, imece kültüründen yoksun oldukları için tarla, toprak, su meselesinden birbirlerini vururlar, amcaoğullarını kurşuna dizerler, kardeş kardeşi, oğul babayı gözünü kırpmadan vurur. Söylediklerine en başta kendileri inanmazlar, bu yüzden mülk hep onlarındır, hiç kimsenin değil!

Onlara dümbük derler. İnanmanın, insandan hayvana, doğaya, tüm yaratılmışları sevmek olduğu akıllarına gelmez. Vatan sevgisininse yurtta ve dünyadaki herkesi dil, din, ırk, mezhep, kültür ayırmadan sevmek olduğunu bilmezden gelirler.

(Öfkelenip kızdığımız birilerine hayvan adlarıyla küfretmiyoruz artık, çok iyi, ama bitkilerin, meyve ve sebzelerin ne suçu var, yazının sonunda, kabak, hıyar, hıyarağası sözlerimden üzüntü duyduğumu bildiririm. Onlar kimseye saldırmıyor dümbükler gibi! Çok sevdiğim şair, uluslararası fotoğraf sanatçımız, şahane deneme yazarı, küratör, müzik yazarı ve ağzından bal damlayan arkadaşım Merih Akoğul aradı, tatlı tatlı anlattı, bitirirken de, her zamanki gibi ‘dur sana Merihce bir şey söyleyeyim’ dedi, söylediğidir: “Bahçıvansın, biberin yok/dallamasın haberin yok!” Beni de bitirdi, yazıyı da!)