Yol kenarına çektim karavanımı, müziği kapattım ve öylece oturdum bir taşın üzerine. Karşımda Midilli var, deniz var, uçsuz bir mavilik var. Uzaktan ve yakından sesler geliyor. Bir martının kanat çırpışını, tarla süren bir traktörün sesini, tavukların gıdaklamasını, zeytin ağacını budayan köylünün elektrikli testeresinin sesini duyuyorum. Bir inek gürce “mööö”lüyor, onun da sesi geliyor kulaklarıma. Çok yukardayım ama bir balıkçı teknesi balığa çıkıyor, ufaktan geliyor sesi, hem de silüetini görüyorum. “Belki de Tuncay’dır, hani Muammer amcanın oraya takılan balıkçı” diyorum Burcu’ya, başıyla onaylıyor. Keçi sürüsü geçiyor arkamdan, boyunlarındaki çıngırakların sesini duyuyorum.

Karavandaki ocağa bir çay suyu koyuyorum. Sevdim bu çok sesli doğa korosunu. Bitmeyen ve uyaksız bir şiir gibi adeta. Su kaynarken, etrafı süzmeye, kulakları dikip her sesi duymaya çalışıyorum. Köpek havlamasını, ufak bir kuş cıvıldamasını, rüzgarın hafifçe oynattığı otlardan gelen çıtır çıtır sesi ve çobanın keçilerini tek bir yerde toplamak için ağzından çıkarttığı o ilginç sesi duymak istiyorum.

Mayıs’ın ilk günleri. Uyanan bir doğa var her yerde. Oturduğum yer yemyeşil bir arazi ve gelinciklerin kırmızı kırmızı dokunduğu bir resim defteri gibi burası. Sivrice Koyu’nun hemen üzerinde, hakim bir tepede, mavilere, yeşillere doymaya çalışıyorum. Behramkale’den batıya doğru hareket edip, henüz bir iki köy geçtim ve durdum. Öylece kaldım.

Bu coğrafyaya 2006’dan beri geliyorum. Derme çatma birkaç pansiyon, kimseciklerin olmadığı uzunca bir kumsal ve zeytinle, hayvancılıkla uğraşan daha fazla insan vardı o zamanlar. Keşfettikçe buraları da kirletmeye başladık ne yazık ki. Ama bu bölgeyi bekleyen kirlilik, keşfin kattığı kirlilikten çok daha fazlasını barındırıyor bugünlerde. Bölgedeki köylerin, evlerin, yüzyıllardır var olan meraların, çardakların üzerlerinden dev pervanelerin geçmesi planlanıyor.

TEMİZ ENERJİYE KARŞI OLMAK
kiran-koylerinde-doga-korosu-134793-1.
Tabii ki temiz enerjiye karşı değilim. Ama evlerin üzerinden geçen heyulalara karşıyım. Bu projenin yeri doğru değil. Maliyetleri asgari düzeye çekmek için ulusal elektrik hatlarının ve yolların geçtiği yerlere direkleri dikmek isteyen şirketler, yaşamı da bitirecekler. Projenin tüm detayları belli olmasa da EPDK ve benzer sitelerden de görüleceği üzere, inanılmaz büyüklükteki pervanelerin buradaki hayata ne denli olumsuz etki yapacağını görmek mümkün. İfadeyi tek kelimeyle açıklayacak olsam, “Korkunç” derdim.

Bazı kaynaklara göre bölgeye 190 tirbün dikilecek. Bazı kaynaklara göreyse 1000 megavatın üzerinde bir santral projesi yapılacak. Yani çok daha fazla tirbün dikilecek. Ama bazı raporlardan ve izinlerden kaçmak için küçük küçük izinler almak, bu tip şirketlerin en büyük hilesi. Enerji konusunu benden daha iyi bilenlere bu bilgileri aktardığımda, ilk etapta “O kadar büyük bir proje olmasına imkân yok” cevabını alsam da, aynı kişiler birkaç dakika sonra beni yeniden arayıp, “Evet, sitelerden araştırdık, haklıymışsın. İnanılmaz bir proje bu, doğa katliamı olur eğer gerçekleşirse” cevabını verdiler.

KÖYLÜLERDEN RES’E REST!

Bölgeye geçmişten bugüne Kıran Köyleri deniyor. Kıran Köyleri, Behram Köyü’nden başlıyor, Gülpınar’a dek devam ediyor. Korubaşı, Bektaş, Balabanlı, Koyunevi, Bademli gibi köylerde defalarca kahvelerinde çay içtim. Doğanın sesini dinlemek için bir ağaç altına sığındığım, denizinden balığını, dalından eriğini yediğim, poyrazına, lodosuna müptela olduğum bu coğrafyanın kayıtlı bir ferdi olmasam da buna yüzümü çeviremem, “Bana ne” diyemem. Yaşamın ve doğanın yüzü suyu hürmetine bu korkunç proje yapılmamalı, yaptırılmamalı!

Bu hafta sonu Bektaş Köyü kahvesinde 100’ü aşkın köylüyle, bölgeyi bekleyen tehlike konuşuldu. Şimdiden ellerinde çantalı adamlar köy kahvelerine gelip, “Elektriğiniz bedava olacak. Çocuklarınız iş sahibi olacak. Elektriksiz mi kalalım? Gaz lambalarıyla oturursunuz! Kabul ederseniz size meralarınızın parasını vereceğiz. Kabul etmezseniz devlet el koyar” şeklindeki martavalları ufak ufak dillendirmeye başlamışlar. Bunu Kazdağları’nda, Yırca’da, Ergene’de ve doğa mücadelesinin olduğu her yerde daha önce defalarca duydum, duymaya da devam ediyoruz.

Ey çantalı şirket yetkilisi, Kıran köylülerinde bu palavralara inanacak göz var mı! Haberiniz olsun RES’inize ‘rest’ şimdiden çekildi bile.

Kahvedeki çaylı sohbete hem köylü, hem de sonradan köye yerleşmiş insanlar yoğun ilgi gösterdiler. Toplantıda çocuklar da vardı, kadınlar da, bastonlu amcalar, şalvarlı teyzeler de. Birlik olunca, beraber olunca üstesinden gelinemeyecek şey yok. Kıran köylüleri, koca çınarın altında meralarını, evlerini, yaşam alanlarını vermeyeceklerini, birlik olup mücadele edeceklerini dile getirdiler. Çaylar demli, muhabbet hararetli, yüzlerdeki inanç ise umut vericiydi.

Toplantı sonunda kahveden ayrılırken, tanımadığım bir amca yanaştı yanıma, “Hayattaki tek gerçek ölüm. Bizim yaş geldi, geçiyor bile. Bundan yıllar sonra torunlar, ‘Dedelerimin, atalarımın bıraktığı köy bu mu’ dediklerinde kemiklerim sızlar evladım. İmzaysa imza, yürüyüşse yürüyüş, elimden gelen neyse bu yaşta yapmaya hazırım. Yeter ki köyümüz bu haliyle kalsın, keçiler otlasın, rüzgar esti mi toz toprak değil de zeytin kokusu gelsin” dedi. Sırtımı sıvazladı, elini öptürmedi, tebessüm edip yavaşça yürüdü gitti köydeki evine doğru.