Uygarlık tarihi eksilen ritimler tarihidir. Bir zamanlar doğanın ritimleriyle dans edenler, yerleşik hayata geçtiklerinde ritimlerini birer birer yitirdiler. Sonunda efendinin kırbacının ritmiyle baş başa kaldılar. “Baskının, özellikle sahibin kırbacının istikrarlı sesinin kendine has bir ritmi vardır” (C. Levin, Biçimler, KÜY). Karın tokluğuna çalışırken, ayaklarını yere vura vura kederli ezgiler söylüyorlar şimdi. “Köle sahipleri kölelerin şarkı söyledikleri zaman daha iyi çalıştıklarını fark ederler” (agy). Şiirin ve müziğin temelinde bedenin ritimleri var. Ritim özgürleştirir de, bir pranga gibi köleleştirir de. Kırbacın ritmi ve prangaların zincir sesleri eşliğinde, yitirdiğimiz özgürlüğümüze ağıtlar yakıyor ve ağıtlarla alışıyoruz köleliğimize. Tenimizde şaklayan, saatin tiktaklarıdır, kapitalistin kırbacı.

Kırbacın ritmi hızlandıkça daha da gömülüyoruz köleliğe. Değer kaybeden paranız değil, ömrünüzdür. Daha fazla çalışmak zorundasınız şimdi ve enkaza dönüşmeniz an meselesi, ıskartaya çıkarılacaksınız. Ne demişti Marx? “Zaman her şey, insan hiçbir şeydir; insan olsa olsa zamanın enkazıdır”. Yitirilen özgürlüğe yakılan ağıtların temposu giderek hızlanıyor, ağıtlarımız artık tekno ağıtlardır. Paranın ritminden kaçıp sevinçli ritimler icat etmeye ve hep birlikte özgürleşmeye kalkışanları, despotun zorbaları bekliyor.

Zaman hissine işaret eden tek şey ritimdir. Henüz efendi ve kırbacının icat edilmediği göçebe zamanlarda avcı-toplayıcılar, mekân değiştirir; mekânla birlikte doğanın ritimleri de değişir, zamanlar arası yolculuğa çıkarlardı. Yeryüzünündeki canlı, cansız her varlık kendi ritmiyle salınır ve kendi zamanında yaşar; yeryüzü sadece mekânların çokluğu değil, zamanların da çokluğudur. Av hayvanı sürülerinin hareketi; kuşların mevsimlik göçleri; nehir akıntıları ve akıntıyla ya da ona ters yönde hareket eden balık sürüleri; meyve ve yemişlerin olgunlaşma döngüleri. Ritim sözcüğü, Yunanca ‘akıp gidiyorum, akıyorum’ anlamına gelen rheo’dan gelir. Göçebe insan doğanın ritimleriyle akar, doğa ayak değiştirdiğinde yeni doğaçlamalarla dansa devam ederdi. Bedenini kırbaç değil, doğanın ritimleri biçimlendirirdi. Sonra yerleştik ve evcilleştirdiğimiz bir kaç tahıl ve hayvanla birlikte evcilleştik. Ve ritmimiz artık evcilleştirdiğimiz tahıllar ve hayvanlar tarafından belirlenir hale geldi. James C. Scott’un deyişiyle “türümüz, davranışlarımıza esas olarak bir kaç bitkinin, ...buğday ve arpanın buyurgan genetik mekanizmalarının yönlendirdiği bir manastıra kapatılmıştır” (Tahıla Karşı, KÜY).

Bu manastırdan bir daha çıkamadık. Manastır, “ziraatçıları, kareografisi en ince ayrıntısına kadar belirlenmiş bir dansın rutinine mahkûm eder, bedenleri biçimlendirir, evin mimarisini ve bölümlerini şekillendirir”. James C. Scott kitabında, çiftçilerin tek bir gıda ağının içine nasıl hapsolduğunu, ritimlerinin nasıl bu ağ tarafından belirlendiğini, bedenlerin sadece ritim bakımından değil, yaşam bakımından da yoksullaştığını ve devletin yine bu yapının içinden nasıl ortaya çıktığını anlatıyor: “İlkel embriyo halindeki devlet, geç neolitik dönemde tahılları ve insan gücünü aynı yerde toplamış bu birimden, denetim ve el koyma yoluyla ortaya çıktı.” Devlet sadece ürünlere değil, topyekûn hayata el koyunca, evcil insanın kendisi de, evcilleştirdiği tahıllar gibi bir ürüne dönüştü. İktidarın kutsal metinleri, kadınlardan tarlalar olarak söz ediyor. Ve devlet, döl yataklarında kendi ürünlerini çekirdekten yetiştirmeye başladı; “rahiplerin ve kralların öncülüğünde yapılan toprağı sürme törenleri, hasat ayinleri ve kutlamaları, hasatta bolluk için edilen dualar ve kurbanlar”, köleliğin kutsandığı ve kutlandığı şenliklerdir.

Artık kapitalistin kırbacıyla birlikte dalgalanıp duruluyoruz. Para sadece ritminizi belirlemiyor, bir ürün olarak değerinizi de belirleyen paradır. “Kaç paralık adamsın?” Artık herkes bu soruyla kendini ve başkalarını yargılıyor. Değerinizi artırmaya çalıştıkça, özgürlüğünüzü yitiriyorsunuz. Tek eğlencemiz, zincirlerimizin çıkardığı sesler. Zincir sesleriyle kırbacın ritmini eşleştirdiğimizde, özgürleştiğimizi sanıyoruz. Sinoza boşuna dememişti:“İnsanlar sanki kurtuluşları için savaşıyormuşcasına kölelikleri için savaşırlar”.