Kırgınım, saçılmış  bir nar gibiyim!

Fahrettin Engin Erdoğan

Başlıktaki dize, o korkunç Ankara Kıyımı’nı yapanların ağabeylerinin 1993 Temmuz’unda Madımak’ta vahşice yaktıkları 35 insandan biri olan ozan Behçet Aysan’ın “Bir Eflatun Ölüm” şiirinden.

Dizelere müzikle ruh vermekte usta Ezginin Günlüğü’nden Nadir Göktürk’ün bestelediği bu şiiri her okuyuşumda, şarkıyı her dinleyişimde nedenini bilemediğim bir hüzne kapılırım.

Yıl 2015, Eylül ayındayız. Sonbahar kendisini sadece getirdiği yağmurlarla değil, renkleriyle de hissettiriyor; doğa, uzun sürecek bir kışa hazırlıyor kendisini. Dışarıda birbiri ardına ölüm haberleri gündemi kuşatırken, içeride de adı konulmamış bir “savaş” sayısız can alıyor, insanlar ömürleri boyunca unutamayacakları derin acılarla boğuşuyordu. TTB, TMMOB, KESK ve DİSK, hükümetin bu savaş politikalarını protesto etmek ve barış çağrısını haykırmak için 10 Ekim 2015’te Ankara’da “Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi” yapmayı planlamıştı.

O tarihte DİSK Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Dairesi’nin sorumluluğu üzerimdeydi. Mitingin tanıtım faaliyetlerini de dolayısıyla bizim daire üstlenmişti. Propaganda çalışmaları için gerekli malzemeleri (afiş, pankart, bildiri, çağrı videoları, sahne düzeni vs.) hazırladıktan sonra Ankara’ya birkaç gün önceden gidip oradaki çalışmalara katılacaktık.

İşte bu miting öncesi hazırlık çalışmalarında kullanmak üzere internette arama yaparken bu şarkı yine çıkmıştı karşıma. Aramayı “barış şarkıları” diye yapmıştım ve sayfaya dökülen seçeneklerden biriydi “Bir Eflatun Ölüm”.

Ama hayır, sözlerinde “emek”, “barış” ya da “demokrasi” geçmiyordu. Hoş, geçse de, ezgisinin bu hüzünlü tonlarıyla mitingde kullanmamız düşünülemezdi. Zira zaten boğazımıza kadar saplandığımız demoralizasyon ve hüzün yerine, alabildiğine coşkuya, umuda, ritme ihtiyacımız olduğu, bir itiraf gibi dökülüyordu günlük hayatlarımızdan. Şiirin sözlerinde yoktu, belki Nadir Göktürk eklemişti bestelerken bilemiyorum; şarkıda “barış”ı ifade eden dize şuydu: “Orda duruyorsun, terkedilmiş, beyaz ve nazlı.” “Barış”ın bir resmi yapılacaksa memlekette, imgelerinden biri de buydu! Terk edilmişti “barış”, beyaz ve nazlı duruyordu karşımızda... Fakat 10 Ekim’in içeriğine uygun bulmadığımızdan koymadık listeye.

Öylesine güzel umutlarla başlamıştık ki 10 Ekim miting hazırlıklarına. On binleri barış talepleriyle buluşturup, içerideki çatışmaları ve savaş hazırlıklarını engellemeyi tahayyül ettik.

TTB, TMMOB, KESK ve DİSK üyeleri, yöneticileri, çalışanları ve dostları günler öncesinden “Savaşa inat, barış hemen şimdi!” diyerek ülkenin dört bir tarafında “emek, barış, demokrasi” buluşmasının fitilini ateşlediler.

Emek ve meslek örgütlerinin çağrısına kadınlar, sanatçılar, gazeteciler, hukukçular, üniversite gençliği, emekliler, işsizler, çevreciler, dışlananlar, ötekileştirilenler ses vererek çığlığa dönüştürdüler. Büyük bir orkestranın enstrümanları gibiydik! “Sonatların” senfoniye dönüşeceği Ankara buluşmasının görkemi için çabalıyorduk artık.

Kulaklarımız o muhteşem orkestranın Ankara senfonisinde, yüreğimiz ise barış çağrılarının sağır sultanların işitebileceği yükseklikte olmasını dilemeye odaklanmıştı. Gargamel ne kadar kötülük ve zalimlik yaparsa yapsın, sonunda Şirinler’in kazanacağı inancıyla “Gargamel’in savaş politikalarına boyun eğmeyeceğiz!” demenin sabırsız heyecanı içerisindeydik.
İktidarlarının ikbali için her gün ellerini yoksul çocukların kanlarıyla yıkayanların, Kürt ve Türk ana/babalarına aynı evlat acısını yaşatanların yüzüne “Çocuklar uyurken susulur, ölürken değil” diye haykırmak için ülkenin dört bir yanında toplanıp döküldü yollara Şirinler. Döküldük!

Ekim’in 8’inde Ankara’daydık İstanbul’dan gelen birkaç DİSK çalışanı ve yöneticisi olarak. Ankara’daki arkadaşlar standart miting prosedürlerini tamamladığından, diğer işler için kolları sıvamıştık. Defalarca kere yapılan toplantılarda bir o kadar gözden geçirildi tüm eksiklikler. Emniyetten görevlilerle de defalarca görüşüldü mitingin güvenliği için.

Bizim İsmet, sağ olsun, KESK’teki uzmanlık yıllarının da deneyimiyle zaten kendine bu müzik işlerini dert edindiğinden, yürüyüş güzergâhından alanda kullanılacak şarkı ve marşlara varıncaya kadar birbirinden güzel parçalar seçmişti; Arapça, Kürtçe, Ermenice, Lazca, Türkçe halaylardan, marşlardan, protest parçalardan, 20-22 şarkıdan oluşan bir liste.
DİSK’ten Mete abi, İsmet ve ben birkaç kez daha tüm parçaları gözden geçirdikten sonra, DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu, TMMOB Genel Sekreteri Dersim Gül ve KESK Eğitim-Örgütlenme ve Basın Yayın Sekreteri İlhan Yiğit’le paylaşıp son hazırlıkları yaptık. CD ve flash-belleklere kaydettik tüm malzemeleri. Ve sonra. Geç vakte kadar süren bitmez tükenmez toplantıların ardından günün yorgunluğunu ertesi güne devretmek üzere dağıldık kendi dünyalarımıza...

***

10 Ekim sabahı, Ulus’ta bir otelde güne uyandığımda, aklımdaki tek şey, az sonra buluşmaya gideceğim tren garında müthiş bir kalabalık görmekti.

Alelacele yapılan kahvaltının ardından, gar meydanında kortej oluşturan rengarenk kalabalıkla kucaklaştık. Dikkatimizi çeken ilk şey etrafta polis olmamasıydı, zira emniyetle yapılan toplantılarda sıkça vurgulandığı üzere, ekstra bir güvenlik olarak toplanma alanı etrafında da önlemlerin alınmış olabileceğiydi. Bu hazırlıkları göremediğimizden midir, daha önce yaşanılanlardan kaynaklı mı bilemiyorum, birkaç arkadaş kalabalık içine dağılıp etrafta “sahipsiz” gözüken kutulara, “şüphemizi çeken” tiplere bakıp kendimizce denetimler yaptık.

Fakat kurt pusuya yatmış bir kez!

İçinde bulunduğumuz o coşkuya kaptırdık hemen kendimizi. Birbirinden güzel ve dikkat çekicilikte birbiriyle yarışan pankartlar, dövizler, bayraklar, üç boyutlu modellemeler, animasyonlar...

Bir taraftan yürüyüş korteji oluşturulurken diğer taraftan halay çeken öbekler, ellerindeki simiti paylaşarak ayaküstü kahvaltıyı geçiştirenler, geç kalma telaşıyla etrafta koşuşturanlar, araçlardan yayılan yüksek müzik ve anonslar, selamlaşmalar, takılmacalar, şakalaşmalar, ağızlar dolusu gülücükler, ışıldayan gözler... Evet. Tıpkı bir düğün evi gibiydi.

Saat 10:00 gibi kortejler yürüyüşe başlayacaktı. Fakat toplanma yerinin hınca hınç dolmakta olduğunu görünce, kalabalığı rahatlatmak için ön tarafı köprüye doğru yürütmeye başladık. Gar önündeki insanlar ise, meydan biraz açılınca halaya durmuşlardı: “Ellerinde pankartlar... Gidiyor bu çocuklar... Kalkın, ayağa kalkın!..”

Ve sonra?!

Biliyorsunuz sonrasını!.. Zamanın, koyu bir karanlıkta binlerce parçaya bölünüp durduğu o an! 10:04!

Aydınlatmaya çalıştığımız karanlık “oluk oluk akıtılan” kanlarımızla kıpkızıldı. Nehir olup aktı!. “Bize kendi kanımızı koklattılar!”

Ve işte yine Behçet Aysan’ın “Bir eflatun ölüm”deki o dizeleri kulaklarımdaydı: “Bütün derinlikler sığ/ Sözcüklerin hepsi iğreti/ Değişen bir şey yok hiç/ Ölüm hariç!.”

O kahrolası bombaların patlatıldığı esnada halaya duranların hep bir ağızdan eşlik ettikleri Ruhi Su’nun “Ellerinde pankartlar” türküsünün “Bu meydan kanlı meydan” dizeleri de sıçramıştı tarihi Ankara Garı’nın duvarlarına.
Kullandıkları o patlayan zehir “fiziken” çevresinde yok edebileceği her bir insanı yok etti. O “şelasyon”da öldürebilecekleri neyimiz varsa öldürdüler 9’umuzdan 70’imize!. Sinsice. Kalleşçe. Alçakça!..

Ama bilmiyorlar ki zehrin daha fazlası “panzehir”dir ve sonra kullanacakları zehirler için dil altımızda tuttuğumuzu.

Cehennem zebanileri, karanlığın trolleri “ölümün arkasında saflaşmamızı” istiyorlar. Bizim tercihimiz ise daima yaşamın içinde saf tutmak!

O meydan hâlâ kanlı meydan. Ve her şeye karşın yine yürüyor bu çocuklar...

Son düzlükteyiz. İyi koşmalıyız...