Türkiye’de uzun süredir fırtına gibi esip gürlemeler, balyoz gibi vurup kırmalar, öcüler ve düşmanlar arasında yaşamaktayız. Bu olağanüstü hal içinde birinden öbürüne savrulduğumuz, hiçbiri üzerinde yeterince duramadığımız da açık. Geçtiğimiz hafta da böyleydi. Şu “adil olmak-adalet” konusu üzerinde biraz durayım diye düşünürken, yeni fırtınaların içine sürüklendik. Bir köşe yazısı içinde, bu fırtınalardan ancak bir kaçına ve kısaca değinmek mümkün.

Anayasa Mahkemesi kararı yok hükmünde!...

Geçen hafta, Şahin Alpay, ve Mehmet Altan’ın bireysel başvuruları üzerine AYM’nin verdiği karara ilk mahkemelerin uymaması gibi, “fevkaladelik ötesi” bir hal yaşadık. Anayasa maddeleri açık; buna göre AYM kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlamakta. İlk mahkemeler bu karara uymuyorsa, bunun anlamı da, AYM’nin kurumsal işlevi ve varlığının ortadan kalkması olmaktadır.

Kısacası, uzun süredir birçok değer ve kurum için geçerli olan boşalıp-tükenme, ya da eğilip-bükülme AYM’nin de başına geldi. Daha önce Erdoğan’ın Can Dündar ve Erdem Gül için verdiği tahliye kararı hakkında “uymuyorum, saygı da duymuyorum” sözlerini hatırlarsak, demokrasi anlayışı ve kurumları, özgürlük, hak, hukuk, adalet gibi değerler gibi, AYM orada dursa da, işlevinin artık tek kişinin iradesi doğrultusunda biçimleneceğini anlıyoruz.

Dolayısıyla hukuktan, adaletten söz etmenin pek bir anlamı yok; hatta, olağanüstü halin de olağanüstülüğünü yaşadığımızdan, OHAL ve getirdiği sonuçları konuşmak bile boşuna... Daha ötesine ihtiyaç var.

Dünya adını koydu; “özgür olmayan” ülke!...

Bu yaşananlar uluslararası kuruluşlarca da izleniyor kuşkusuz. Gazetecilerin, siyasetçilerin, iş adamlarının tutuklanması zaten epeydir dünyanın gündeminde. Maşallah Türkiye bu gündeme her gün yenilerini de eklemekte!... Öyle olunca da, düşünce kuruluşu Freedom House Türkiye’yi “kısmen özgür” ülkeler kategorisinden çıkarıp “özgür olmayan ülkeler” arasına koydu.

Ne güzel değil mi!... Toplam 195 ülke var; bunlardan 49’u “özgür olmayan ülkeler... Türkiye’de, Suriye, Sudan, Eritre, Kuzey Kore, Suudi Arabistan gibi özgürlükten nasip almayan ülkeler arasında.

Geldiğimiz yere bakın!... Bunu yazarken bile, utanç duymamak mümkün mü?

Kadın ve bildiğimiz siyaset!...

Bir de Canan Kaftancıoğlu fırtınası esti!...

Daha fazla kadının siyasete katılması istemi hep dolanır bu memlekette; kadın dernekleri ve kadınlar da uzun yıllardır bunun mücadelesini vermekteler. Uygulamaya bakıldığında kadının parlamentoya girmesi açısından geçmişe göre göreceli de olsa bir iyileşmeden söz edilse de, bakan, parti başkanı ve il başkanları, vali, müsteşar, genel müdür, belediye başkanı gibi güç odaklarına baktığımızda, kadına ancak “nazar boncuğu” misali rastlamaktayız.

Bunda şaşılacak fazla bir şey de yoktur. Eril bir dünya ve bu dünyanın değerleri geçerli olunca, iktidar da erkeğin olacaktır!... Siyaset dünyası da, kadınların çoğunu ancak eril siyasetçileri ve onların izlerini takip ederek bir yerlere getirebilmekte.

Yani, şiddeti filan bir yana koyunuz; bu dünya içinde kadınlara karşı küçümsemenin ne kadar derin kökleri olduğunu görmemek mümkün değil. Entelektüel erkekler dünyası bile böyle... Bu konuda, Murat Çelikkan’ın Bianet’teki yazısı epeyce şey söylüyor. Çelikkan, sosyalist düşünce içinde yetişmiş olmasına karşın, kendisinin bile baş etmekte zorlandığı erkek hallerinden bahsetmekte. Kısaca söylersem, erkeklerin “söz kesme, daha iyisini bilme, bağırma, egemenlik kurma” gibi hakları kendilerinde gördüğünü anlatıyor. Bu içtenlikli yazının, özellikle siyaset dünyasında yer alıp da eşitlikten filan söz eden erkekler tarafından okunmasını isterim. Kaldı ki, partiler içinde demokrasi ve bağımsızlık zor bulunur bir şeyken, kadın için bu zorluğa, kadın olmak gibi, çoğunluk içinde azınlık olmak gibi başka zorlukların eklendiği de bilinmekte.

Bu nedenle, daha fazla kadının siyasete girmesi ve güç odaklarına tırmanması gereğini kabul etsem de, bu kadının kim ve nasıl olacağı konusu benim için hep önemli olmuştur.

Yine bu nedenle, Canan Kaftancıoğlu’nun CHP İstanbul il başkanı seçilmesini, hem bir kadının İstanbul gibi bir şehirde il başkanı olabilmesi hem de farklı bir söylemi ve tutumu izlediği için önemli buluyorum. Cumhurbaşkanı’nın Kaftancıoğlu’nun tweetlerini gündeme getirmesini de, başka türlüsü zaten beklenmeyeceğinden pek yadırgadığımı söyleyemem.

Biliyoruz ki, bu ülke düşmanlıklardan çok çekti; bu düşmanlığın Kaftancıoğlu ailesinden birini hedef aldığı da bilinmekte. Bu nedenle Canan Kaftancıoğlu’nun Türkiye’nin farklıklarını kucaklayıcı, hatalarını kabullenici, Atatürk’ün neferliğini değil yoldaşlığını benimseyen yaklaşımı ancak alkışlanabilir.

Ancak Cumhurbaşkanı’nın tutumundan çok, CHP’nin Kaftancıoğlu ve benimsediği düşünceler açısından nasıl bir yol izleyeceği önemli. Kuşkusuz CHP içinde, özellikle sosyal demokrasi fikrine yakın olanlar arasında Kaftancıoğlu ile aynı fikirleri paylaşanlar var; buna karşın, yapılan karalamaların CHP içinde de yankı bulması muhtemel. Yani CHP içinde, başkanlığa adaylığını açıklayan Ümit Kocasakal gibi, “Atatürk’ün askeri olmakla “övünecek birçok kişi çıkacağını düşünebiliriz.

Oysa, Türkiye’de, özellikle CHP içinde birilerinin kendi siyasetlerine Atatürk’ü kalkan yapmaktan artık vazgeçmeleri gerekiyor. Daha önemlisi, Atatürk’ü gerçekten anlamanın, neferlikten de, duraganlıktan da geçmediği, aksine onu izlemenin, ancak bugünün akıl ve bilgisi, özgürlük ve demokrasi anlayışı, eşitlik ve adalet fikrini izlemekle mümkün olacağını öğrenmelerine ihtiyaç var.

Kısacası Atatürk izlenecekse, onun bugün ne diyeceği düşünülmeli...

Örneğin kendi adıma, kuruluş yıllarının “ne mutlu Türküm diyene” sözünü, bugün “ne mutlu insanım diyene “ diye anlamanın doğru olacağı düşüncesindeyim.

Bu toplum içinde ve dışında, savaş ve kavga değil, barış ve uzlaşma isteniyorsa bu düşüncenin izlenmesine ihtiyaç olduğu ortada. CHP’nin başarısı da bunu temsil etmesinden geçebilir.