Normal bir ülkede üç beş senede yaşanacak gelişmeleri üç beş güne sığdırabilen bir ülkenin “gündem manyağı” yapılmış ve tam da bu nedenle ciddi hafıza problemleri yaşayan vatandaşları olarak bu hafıza kaybına karşı sürekli “fikri takip” yapmamız gerekiyor. Bu köşede seçimden yedi gün sonra, 10 Nisan günü yayınlanan “Milli irade fetişizmi” adlı yazı şöyle bitiyordu: “Şu […]

Normal bir ülkede üç beş senede yaşanacak gelişmeleri üç beş güne sığdırabilen bir ülkenin “gündem manyağı” yapılmış ve tam da bu nedenle ciddi hafıza problemleri yaşayan vatandaşları olarak bu hafıza kaybına karşı sürekli “fikri takip” yapmamız gerekiyor.

Bu köşede seçimden yedi gün sonra, 10 Nisan günü yayınlanan “Milli irade fetişizmi” adlı yazı şöyle bitiyordu: “Şu an İstanbul seçim sonuçlarını tanımayıp, rant, ihale, kupon arazi, vakıflara para aktarımı üzerine kurulu saadet zincirinden, yani rejimin ekonomi-politiğinin ana coğrafyasından vaz mı geçsinler, yoksa daha önce bu ölçüde örneği görülmemiş bir şekilde resmen iptal kararı alıp gözünü karartarak ve elbette ki rejim inşasında yeni bir evreye geçerek yola devam mı etsinler, bunun fayda-maliyet hesabını yapıyorlar.”

Bu biraz da “sezgisel” bir değerlendirmeydi ama yine de ufak tefek işaretlere dayanıyordu: İmamoğlu’nun Anıtkabir ziyaretine ciddi tepki verilmişti, Bahçeli “seçim yenilenmeli” demeye başlamıştı ve daha da önemlisi bir süre sessizliğe bürünen Erdoğan konuşmuş ve “seçim bitti artık süreç yargı sürecidir” diyerek YSK’yi işaret etmişti.

14 Nisan tarihli “Serbest seçimlerin sonuna doğru” adlı yazıda ise “İstanbul seçimlerinin tekrarı gibi bir kararın alınması halinde seçim sonuçlarının fiilen tanınmamasının ötesine geçilerek resmen tanınmaması gibi bir durum ortaya çıkacak ve böylece rejim bir eşiği daha atlamış olacak” denmişti. Denmişti, çünkü buna işaret eden gelişmeler ardı ardına yaşanıyordu: İmamoğlu’na mazbatası bir türlü verilmiyordu, Büyükçekmece’de polis “sahte seçmen” avına çıkmıştı, Maltepe’de sayım süreci bilerek uzatılıyordu, KHK’lıların seçilme hakları gasp edilmiş ve mazbata “ikinciye” verilmişti…

24 Nisan tarihli “Çubuk’tan sonra YSK’den önce” adlı yazı ise Çubuk saldırısını doğrudan YSK’nin İstanbul kararıyla ilişkilendiriyordu. Saldırının arkasında Erdoğan’ın “normalleşme” çabalarını sabote etmeye çalışanlar olduğu yönündeki iddiaya itiraz edilen bu yazıda Erdoğan’ın saldırıya ilişkin tavrına ve Kılıçdaroğlu’nu yumruklayan şahıs da dâhil bütün saldırganların serbest bırakılmasına işaret edilerek, bir tarafa “normalleşme” yanlısı Erdoğan’ı diğer tarafa buna karşı olanları koyarak sürecin anlaşılamayacağı söyleniyordu.

Olan biten ise şöyle özetlenmekteydi: “YSK kararı öncesi İstanbul’da seçimin tekrarı zorlanıyor, iktidar bloğunun unsurları birbirlerini tartıyor, toplumun ve muhalefetin nabzı tutuluyor, fayda-maliyet hesabı yapılıyor, ancak tüm bunlardan kesin bir sonuca varmak mümkün görünmüyor. Kararın ardından tabloyu çok daha net okuyabilecek, çok daha net şeyler söyleyebileceğiz.” Şimdi tabloyu çok daha net görebiliyoruz: Çubuk, İstanbul’un tekrarı için tertiplenmiş bir provokasyondu.

Artık kartların tamamen açıldığı ve ertesi gün burada “Boykot” adlı yazının yayınlanmasına vesile olan gelişme ise Cumartesi günü Erdoğan’ın yaptığı konuşmaydı. Erdoğan doğrudan YSK’ye talimat olarak da okunabilecek bir şekilde şöyle dedi: “ İstanbul seçimlerinde yolsuzluk var. Gidelim millete, millet ne derse başımız üstüne. YSK’nın vereceği kararı bekliyoruz. Her şey kendilerine teslim edildi. Ne yaparlarsa yapsınlar biz adil bir karar bekliyoruz.”

Tüm bunların sonunda gelinen yer “Kırmızı Pazartesi” oldu, aslında işleneceği bilinen, görülen ama kimsenin engellemediği bir cinayet misali, YSK eliyle İstanbul seçimleri iptal ettirildi. Daha önce sıkça söylediğimiz üzere bu rejim açısından da yeni bir evreye geçiş anlamına geliyor, o evre üzerine yazmaya, konuşmaya devam edeceğiz.