Aslında kumral olan Kızıl Saçlı Kadın’ın masada karşılaştığı gerçek kızılın doğallığıyla övünmesine cevaben, “Sizin saçınızın kırmızısı doğuştan, benimki ise kendi kararım,” sözüne atfen; uzun yazan Pamuk doğaldır, kısa yazması ise kendi kararıdır

Kırmızı Saçlı Kadın’ın eleştirel okuması

MEHMET FIRAT PÜRSELİM

Kırmızı Saçlı Kadın’ın birinci bölümünü bitirdikten sonra Orhan Pamuk’un en iyi kitaplarından biri olduğunu düşündüm. İlk bölümde Pamuk’un çok sevdiğim sohbet eder gibi anlatımıyla; aşk, baba oğul çatışması ve 80 sonrasının büyüyen İstanbul’unu oldukça etkileyici biçimde okudum. Damağımda yoğun bir Masumiyet Müzesi tadıyla devam ettim. İkinci bölüm de güzel başladı ama maalesef kitabı bitirdiğimde beklentilerimin çok altında kaldığını gördüm.

İkinci bölümden itibaren yazar anlatmayı bırakıp adeta özet geçmeye başlıyor. Karakterlerin neredeyse hiçbiri ete kemiğe bürünmüyor; Cem’in karısı, annesi, babası, ustası bile kitabı kapattığımızda bizim için meçhullüğünü korumaya devam ediyor. Anne karakteri ortadan kayboluyor ve bir daha kitabın sonunda iki satır olarak unutulduğu fark edilerek hatırlanıyor. Tesadüfler o kadar fazla ki, okuru inandıramıyor, hatta yazar bile inanmıyor; kitabın sonlarına doğru, hayatta tesadüfler olmuyor mu, tarzında bir açıklamaya girişiyor. Yazar işi biten kahramanını öldürerek itinayla ortadan kaldırılıyor ki, bu usta yazarın girmemesi gereken çıkmaz bir sokak. Hikâyeyi özet geçerek anlatan yazarın, Firdevsi’nin Rüstem ve Sührab’ı ile Sophokles’in Oidipus’uyla ilgili tekrara düşerek aynı şeyleri defalarca anlatması da teknik açıdan ve tempo açısından kitabı zayıflatıyor.

Son bölümde anlatıcı değişse dahi, anlatım tarzının değişmemesi ilk iki bölümdeki sesle devam edilmesi önemli bir handikap. Yazarın konuyla ilgili açıklamasını az çok romanın sonuyla bağlantılı olarak tahmin ediyorum ama gene de durumun beni tatmin etmediğini söylemeliyim. Farklı cinsiyetten, aralarında yaş ve dünya farkı olan iki kahramanın (Cem ve Kırmızı Saçlı Kadın’ın) anlatım tarzlarının aynı olması beklenemez. Yazar sadece kafasındaki hikâye olan baba oğul çatışmasının, Batı’daki (oğul babayı öldürür) ve Doğu’daki (baba oğlu öldürür) tezahürlerine odaklandığından, buna götürecek hikâyeleri deyim yerindeyse es geçiyor, okuru inandırmaya bile uğraşmıyor. Kitabı henüz okumamış olanların okuma zevkini kaçırmadan, detaya girmeden örnek verecek olursam: Ne kadınlar arasında kurulan ilişki ikna edici -ki bir hukukçu olarak gösterilen hukuki sebebin aksinin daha olası olduğunu da söylemeliyim- ne de oğlun babaya bunca kin biriktirmesi mantıklı, kaldı ki sondaki baba oğul çatışması yazarın alaysama yoluyla sıklıkla andığı bir Yeşilçam filmi sahnesi gibi…



Orhan Pamuk’un kimi yerlerde, okurun kulağına daha hoş gelecek ifade yerine bozuk ‘çeviri gibi duran’ ifade tarzını seçmesi de bir diğer eleştirim. Ayrıca belirli bir olayın anlatımdan sonra kullanılan geniş zamanlı anlatımlar da, hatalı kullanıma bir başka örnek olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle Batılı okur için yazıldığı belli olan ‘Türk’leri anlatan kısımların da biraz oryantalist durduğunu söylemeliyim.
Yazar, pek çok yerde gereksiz açıklamalar yaparak sonraki adımları açık ediyor. Okur, olarak saklı tüm gerçekleri çok önceden tahmin ediyoruz ve hemen hiçbirinde de yanılmıyoruz.

Sonuç olarak, çok güzel başlayan, ilk bölümü soluksuz okunan kitap sonrasında yazarın anlatmak yerine özetleme handikabı sebebiyle, maalesef olmamış bir roman olarak nihayetleniyor. Romanın en olumlu yanı ise, Pamuk’un en kolay okunan ve hızlı akan romanlarından biri olması, özellikle kitaplarını aldığı halde tamamlayamayan okurlarına, bitirecekleri garantisini verebilirim.

Patrick Modiano’nun Nobel’i kazanmasından sonra, bu yazar gibi kısa bir roman yazmaya -200 sayfayı geçmemeye- karar veren Pamuk, hiç âdeti olmadığı biçimde bir yıldan kısa zamanda, en kısa romanlarından biri olan Kırmızı Saçlı Kadın’ı tamamlamış. Orhan Pamuk’un birkaç kez denediği hikâye türünde başarılı olamadığı iddiasındaki biri olarak, bu romanın çok daha uzun yazılsaydı, tüm handikaplarından sıyrılarak başyapıt olabilecekken yazarın kısa yazma isteği yüzünden eksik roman olarak kaldığı düşüncesindeyim. Aslında kumral olan Kızıl Saçlı Kadın’ın aynı masada karşılaştığı gerçek kızılın doğallığıyla övünmesine cevaben, “Sizin saçınızın kırmızısı doğuştan, benimki ise kendi kararım,” sözüne atfen; uzun yazan Pamuk doğaldır, kısa yazması ise kendi kararı dememizin mümkün.
Türkçe romanın yapı taşlarından, kurucu unsurlardan biri olan Orhan Pamuk’un sonraki romanı için dört beş sene beklemeye razıyım, o yeter ki uzun yazsın.