Evim, İstanbul’da uyumayan bir semtte olduğu için, deniz kenarındaki kulübeye varınca bulduğum sessizlik, bir yorgan gibi sarıp sarmalayıp hemen uyutmuştu beni. Gördüğüm kâbusla uyandığımda, karanlıktı daha hava. Dilek Doğan’ın öldürüldüğünü gösteren video kaydını izlemiştim önceki gün. Silopi’de öldürülen 11 yaşındaki çocuğun fotoğrafı da gitmiyordu gözümün önünden. Başka yüzlerce fotoğraf, görüntü, çığlık, acı…

Rüyamda bir çukurdaydım, sanki bütün ülke derin mi derin bir çukurdaydı. Gökyüzü, çukurun içinden görebildiğim kadardı, bir avuç… Etrafımda insanlar vardı, ama karanlıkta yüzlerini göremiyordum. Kimse kimseyi göremiyor, duyamıyor, konuşamıyordu. Herkes hep aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu. Çukurun içinde bir çıkış yolu ararken, bir koridordan geçip büyükçe, zemini taş döşeli bir meydana geldim. Karanlığa gözlerim alışınca burasının stadyum gibi bir yer olduğunu anladım, binlerce kafa bana doğru bakıyordu. Önüme mikrofon koydular ve konuşmamı ister gibi sessizliğe gömüldüler, ama konuşamıyordum. Söyleyecek binlerce şeyim vardı ama tek bir sözcük çıkamıyordu ağzımdan, çıkmıyordu. Sonra bağırmaya başladım, ama bağırsam da bağıramıyordum, mikrofona sesim bir türlü ulaşmıyordu, çığlığımı ben bile duyamıyordum, içime hapsolmuştu.

Yataktan kalkıp gaz lambasını yaktım, elektrik yoktu burada, arkadaşım özellikle tercih etmişti, kendisiyle baş başa kalabilmek, yazabilmek için. Arkası orman, önü deniz, ahşap bir kulübe… Lambanın ışığında kitap raflarını inceledim, sonra gözüm Paul Auster’in “Yalnızlığın Keşfi” kitabına takıldı. O kitapta yazar, önüne boş bir kâğıt koyup şöyle yazıyordu: “Vardı. Bir daha asla olmayacak.” Bu cümleyi ilk okuduğumda sarsılmıştım, kafamı en çok meşgul eden ve hüzünlendiren bir şeyi, yani şimdiyi “geçmiş” gibi yaşamayı anlatıyordu. İyi bir şey değildi bu, sevgilinle birlikteyken kafanda bütün hikâyeyi yazıp sonunu koymak gibiydi. Yaşadığın her ânı, bir daha olmayacak gibi yaşarsın ve gerçekten de bir daha olmayacaktır. Hasan Hüseyin, bir şiirinde “sonu baştan görmenin yalnızlığı” olarak tarif ediyordu, yalnızlıktı bu, ölümü hissetmekti sürekli. Bir süredir uzaktım bu ruh hâlinden, ama Suruç ve Ankara katliamlarından sonra yeniden ortaya çıkmıştı. Aslında sadece yazarken yaşadığım bir şeydi. Sartre’ın dediği gibi, hayat “ileriye doğru yaşanmak zorundadır” ama “ancak geriye dönük olarak anlaşılabilir.” İkisini aynı anda yapmak mümkün değildir. Gittikçe derinleşen bir çukura dönüşen bu ülkede ileriye doğru yaşayamadığımız için mi? Değişen zamana, çağa uygun olarak kendisini yenilemeyen, esnemeyen, hayata değer vermeyen, korku ve kanla sıvanmış devlet denilen duvara çarpa çarpa…

Auster’in kitabındaki sahnede yazarın yaptığı gibi, oturup masaya, boş beyaz bir kâğıt koyup yazmaya başlayınca, 1979’un Noel arifesinde yazarın yaşadığı duygunun aynısını, 2016’nın Noel arifesinde yaşadığımı anladım: “O gece, ertesi günün yeni bir gün olduğunu söyler kendi kendine. Kafasının içinde yeni sözcükler çığlık atmaya başlar, ama onları kâğıda dökemez. Kendisinden A. olarak söz etmeye karar verir. Masayla pencere arasında durmadan gidip gelir. Radyoyu açar, sonra yine kapar. Bir sigara içer. Sonra yazar. Vardı. Bir daha asla olmayacak. 1979, Noel arifesi. Yaşamı artık şimdiki zamanda sürmüyor gibiydi. Ne zaman radyosunu açıp dünya haberlerini dinlese, kendini duyduğu sözlerin çok önceden olup bitmiş şeyleri tanımladığını hayal ederken yakalıyordu.”

Auster’in yazdığı gibi burada radyo yok, gazete okuyabiliyorum sadece. Gazeteleri okurken, olup biten her şeyin göz göre göre olmasından mı, hep aynı şeylerin yaşatılmasından mı; yoksa yazar olmakla, olaylar arasında sürekli bağlar kurup anlamaya çalışmakla ilgili midir nedir, her şeye gelecekten bakıp şimdiyi geçmiş gibi yaşadığımı hissediyorum, bugünlerde daha çok… Bu hayat, böyle devam edemez. Gittikçe derinleşen bu çukurun üzerimize kapandığını göremiyor musunuz? Herkesin gözü önünde cinayet işleyenlerin tutuksuz, halkı aydınlatmak için yazan gazetecilerin tutuklu yargılandığı, 11 yaşındaki bir çocuğu öldürüp okulunun kara tahtasına savaş ve intikam sözleri yazanların kazdığı bu çukur üzerimize kapanırken…

Masadan kalkıp pencereden denize bakıyorum, dalgaların sesi bile kışın sessizliği içinde usulca kayboluyor. Her karanlığın bir sonu olduğunu hatırlatırcasına, güneş doğmaya başlıyor denizin ortasında…