Adaletsizliğe, eşitsizliğe, insanlara ve diğer canlıların acı çekmesine ve zarar görmesine karşı çıkanlar ne oluyor da kendilerine bir zarar gelmediği halde rahatlarını bozuyorlar?

Kısa ömür rahat hayat

Güvendeyiz duygusuna ihtiyacımız o kadar çok ki, bu duyguyu doğuracak yanılsamalara kapılıp gitmeye de hazırız. ‘Kısacık ömrümüzde rahat etmek’ arzusunu azımsamayın; çevremizde ölümlülüğümüzü çağrıştırıcı olaylar (katliamlar, savaş tehditleri ya da önlenebilir kazalarla ölümler) çoğaldıkça durumumuza razı olma eğilimi güçlenir. Sahiden ‘beterin beteri vardır’; gün gelir bugünümüzü arayabiliriz.
Kan dökücülüğün (daha yumuşak deyimle şiddetin) baskıcılığın bir aracı olduğu besbelli; ancak baskıyı yapan ile şiddeti uygulayan nadiren aynı ‘kişi’. Elimizdekileri kaybetme olasılığı hatırlatıldığında fazladan şiddet uygulamasına gerek de kalmıyor.
Peki, bu eğilimler çoğumuzda ve oldukça güçlü biçimde var olmasına rağmen hayatın akışını değiştirebilmek nasıl mümkün oluyor? Adaletsizliğe, eşitsizliğe, insanlara ve diğer canlıların acı çekmesine ve zarar görmesine karşı çıkanlar ne oluyor da kendilerine bir zarar olmadığı halde rahatlarını bozuyorlar? Kimine göre bu bir yaş meselesi, gençken delikanlı aklıyla kalkışılan ‘büyüyünce’ vazgeçilen bir kötü alışkanlık gibi…
Bunu sadece ‘sol’a özgü bir tutum gibi görmeyin; değişik siyaset ve inançlardaki insanların ‘güçlü’den ya da ‘güç kazanabilecek olan’dan yana olmak varken doğru bulduklarını savunmak için uğraşmalarının siyasetler üstü bir insani yanı var. Siyasi olarak yakın görmediğiniz ama görüşünü savunurkenki duruşu ile herkeste saygı uyandıranları düşünün.
Belki de burada ahlaki duruşun hepimizde çok derinde duran evrensel ve evrimsel bir ‘tel’e dokunduğunu söyleyebiliriz. Kültürlerarası-sosyal psikoloji ahlaki gelişime ilişkin çok sayıda hipotez ve teori barındırmakla beraber, fikir ayrılıkları ahlaki ‘dürtü’lerin ve temaların ne olduğundan ziyade nasıl sınıflandırılacağı ve ne zaman, kimlerde ortaya çıktığı üzerinde oluyor. Grup aidiyetinin (bizdensin, ama ne saflıkta, tam mı yarım mı?), hiyerarşinin (kim üstte kim altta kalır, kim çok kim az alır?), alma-vermenin (eşit mi, hak mı, az mı fazla mı?) nasıl düzenlendiğine ilişkin bir ahlak yapılanması içinde hepimiz kendimize bir yer belliyoruz. Kendinden olmayanı toplumsal hiyerarşide yükseltme (‘beyaz seçmen, siyah başkan’) ve kendinden olmayanı besleyip büyütme (sağlıksız, başka kökenden bir evlat edinme; ya da ‘asmayıp besleme’) gibi temel dürtülere aykırı durumları ‘rahatını bozma’nın (görünüşte) siyasetdışı örnekleri olarak görebiliriz.


Zorbalığa müsamaha
Bu tarz ilkeli duruşlara sosyal hayatın olduğu her yerde rastlarız. Okulda zorbalıklarıyla tanınan üç çocuğun şişman ve garip sesler (tikler) çıkartan Selim ile dalga geçtiğini sonra da sağından solundan çekiştirip hırpaladığını görünce, bir de bu şenliğe katılmak için bizzat davet aldığında 5’inci sınıf öğrencisi Ahmet ne yapsın? Çocuklardan birisi sitedeki komşu, diğeri babasının ortağının oğlu üstelik. Usulen gidip bir iki tekme sallar gibi yapsa, yetecek. Hem Selim’e diğerleri kadar kötü davranmamış olmanın verdiği rahatlık, hem de kabadayılarla ters düşmemenin verdiği emniyet (hatta güçlülere yakın olmanın verdiği ‘hava’ ile okul içindeki statüde yükselme) oracıkta bekliyor. Ahmet’in bu şenliğe katılmayıp hem de müdür yardımcısına durumu haber vermesi (zorbalığın propaganda makinasından ispiyoncu damgasını öyle yiyor) başına gelecekleri bilmediğinden değil başka türlü yapmaya ‘içindeki’ evrimsel miras izin vermediğinden…
Zorbalıkla toplumsal hayatın her noktasında karşılaştığımızdan mıdır, bir an gelir ki zorbalığın taşıyıcılarından, seyircilerinden hatta uygulayıcılarından birisi oluveririz. Bir an olsa yine iyi, çok daha fazla.
Ahmet (şişman ve tikleri olan Selim’in hırpalanmasına katılmayan çocuk) okul yemekhanesinde elinde tepsisiyle oturacak yer ararken kendisine bir yer bulamaz. Amerikan okul filmlerindeki sahneleri hatırlatan bir masadan masaya dolaşma esnasında bulduğu her boş sandalyeye bir ‘gelecek var’dır. Okulda oturma düzeni ‘özgürlükçü’ biçimde düzenlenip isteyenlerin istediğiyle oturabileceği şekilde yapılmış olduğundan ötürü, Ahmet’i yemekhanede tecrit etmek kolaylaşmıştır. Düğünlerde bile misafirler yalnız kalmasın, beraber oturmak tercih edilmeyen akrabalara, antipatik bulunan ama daveti mecburi arkadaşlara ayıp olmasın diye isimli masa düzeni kurulmasını özgürlükçülüğe aykırı görmeyiz, oysa. Toplumsal otoritenin düzenleyici rolünün gücü ve güçlüyü destekleyici olmaktan ibaret olduğunu, okul müsameresine geç gelip ön sırada oturmakta olan velileri silahlı korumalarına kaldırtan ‘veli’ye okul idaresi boyun eğdiğinde anlamışızdır.
Ahmet, Selim’i tekmeleyenler arasına katılmamasının, durumu ‘yetkililer’e bildirmesinin bedeline razıdır: “İçim böyle rahat etti.” Zorbalığa ve haksızlığa rahatı bozulmasın diye ses çıkartmayanlar ile rahatını bozma pahasına sesini yükseltenler arasındaki bir ya da tek benzerlik budur; ikisi de ‘rahat etme’yi amaçlarlar. Bu arada Ahmet yemekhanede Selim’in masasına yaklaşırken, Selim hemen yanındaki sandalyeye tutunup ‘gelecek var’ demiş de olsa, Ahmet rahatını bozup öyle rahat etmiş olmaktan mutludur.
Zorbalığın olmadığı ülke, okul ya da toplum yok deyip rahatlayamayız. Hele ülkemizdeki toplumsal yapının gidişatına muhalif toplumsal kesimlerde, ya da toplumun kalanına ‘rol modeli’ teşkil etmesi beklenen ‘okumuşyazmış’ ya da ‘elit’ katmanların kurumlarında zorbalığa müsamahasız ve eşitlikçi bir ahlaki sistemin işlemesini beklemek beyhude mi?