Sabahattin Ali’nin arkadaş çevresi, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif gibi solcu aydınlardır. Ama düşmanları da çoktur.

Kısa, yoğun, zengin bir hayat

Sabahattin Ali Türk basın ve edebiyat tarihinin hakkında çok yazı yazılmış, çok söz söylenmiş bir ustasıdır. Kısa ama dağdağalı bir hayata sığdırılmış onca eser, şiir, hikâye, roman, makale, gazetecilik, hapislik, sürgün artık nihayet tüm yolların tıkandığı bir zamanda taşımacılık işine giren bir yazardan söz edeceğiz, onun hakkında yazacağız, çünkü nisan ayı onun ölüm ayı, hayattan koparıldığı aydır. Onu yazmak ondan söz etmek o kadar da kolay değildir. Nereden başlamalı bu cüretkâr işe?

Sarı kirli sisin ölümcül, beyaz sisin ise gizemli bir hava yarattığı Londra sokaklarından başlayalım.

Ne ilgisi var, Sabahattin Ali Londra’da hiç bulunmadı, Britanya Müzesi’ne hiç gitmedi, ama oraya sık sık giden ve Sabahattin Ali’nin büyük saygı duyduğu, kitaplarını okuduğu, dostlarına salık verdiği birisi vardı, Karl Marx. İşte o dostlardan birisi Ayşe Sıtkı İlhan, Sabahattin Ali’ye, “kitapları aldım, teşekkür ederim, Manifest’i okuyorum. Bıraksalar da tarihi Manifest’teki görüşü okutsam çocuklara. Bu okuttuğum şeyler nedir sanki” (Hep Genç Kalacağım. YKY yayınları, sf.277) diye yazıyordu mektubunda.

Britanya Müzesi’nde, Kütüphanesi’nde Marx’ın ve daha pek çok devrimcinin izleri var. Bizim ülkemizde ise pek çok hapishanede aydınlarımızın, yazarlarımızın, gazetecilerimizin izleri var.

Yalnızdı Sabahattin Ali, ama birlikte mücadele ettiği kimi zaman tartıştığı arkadaşlıklarının hiç bozulmadığı dostları da vardı. Unutulmayacak olanlardan birisi de hiç kuşku yok, Resimle Ay’da düzeltmen olarak çalışırken tanıştığı komünist şair Nazım Hikmet’tir.

Nazım’ın 6 Mart 1943 tarihli hapishaneden yazdığı mektupta sözünü ettiği çeviri işi böyle, önemli bir iştir. Nazım hapiste, Tolstoy’un Harp ve Sulh’unu çeviriyor; daha doğrusu ünlü 51 Komünist Tevkifatı diye bilinen zulüm döneminde hapsedilen, TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar ile birlikte çeviriyorlar, mektup onu haber veriyor Sabahattin’e. Şöyle yazıyor Nazım: “Son günlerde senin de bildiğin gibi Harp ve Sulh’ün birinci cildinin ikinci yarısını tercüme ediyorum, Zeki Baştımar’ın tecrübelerinden, çünkü ömrümde ilk defa bir edebi eseri tercüme ediyorum, istifade edeceğimi bilmesem bu işten çoktan vazgeçmiştim. Çünkü kardeşim, Tolstoy’u tercüme etmek benim anladığım ve istediğim manada, yani onun edasını ve üslubunu kaybetmeden tercüme etmek öyle bir iki aylık değil, bir iki yıllık iş (Hep Genç..., sf. 393)”

Sabahattin Ali’nin arkadaş çevresi, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif gibi solcu aydınlardır. Ama düşmanları da çoktur. Konya’da öğretmenliği sırasında ki oraya “tayini”, sürülmesi de ayrı bir hikâyedir, dostlar arasında bir sohbette devlet başkanını hicvettiği iddiasıyla yargılanır. İhbarcı da sohbetteki bir diğer öğretmendir. Bir yıla mahkûm olur, itirazdan sonra biraz daha artırılır ceza, on dört aya çıkartılır. Bu kez gideceği hapishane Sinop Hapishanesi’dir.

Markopaşa’nın ve yazarlarının bu koşullarda kahramanca, korkusuzca da diyelim mi, çabalarının değeri belki böylece daha iyi anlaşılabilir. Alpay Kabacalı’ya başvuralım: “Markopaşa dizisi toplam 7 ad, 77 sayı, 8 sahip, 10 yazı işleri müdürü, biri teksir makinesi olmak üzere 9 matbaa, 10 adres değiştirilerek çıkabilmiştir. İlk sahibi Sabahattin Ali öldürülmüş, gazete aleyhine 16 dava açılmış, yazarlar toplam 8 yıl 2,5 ay ceza almışlardır.” (Markopaşa Yazıları ve Ötekiler içinde. Alpay Kabacalı, Markopaşa Yazılarının Arka Planındaki Siyasal Ortam. sf. 208- 209)

Cinayeti bilenler bilmeyenler

Sabahattin Ali, Sinop Cezaevi’ndeki konukluğundan sonra 1946’da Markopaşa yazılarından da üç aya mahkûm oldu. Daha sonra Mehmet Ali Aybar’ın Zincirli Hürriyet gazetesine yazdığı bir yazı nedeniyle kovuşturma başlatıldı. Sırça Köşk adlı romanı Bakanlar Kurulu Kararı’yla toplatıldı. İşsiz kaldı. Nakliyecilik yaparak yaşamak, evine bakabilmek planını hayata geçirmeye çalışırken kimliği belirsiz kişilerce öldürüldü. Kimin, kimlerin cinayeti işlediğini, kimin ya da kimlerin emir verdiğini bilmiyoruz. Genellikle doğru çıkan tahminlerimiz var kuşkusuz. Kimler emir verir, kim tetiği çeker konusunda doğrulanmış tarih bilgisine sahibiz. Değerli yazar Hıfzı Topuz da cinayetin iddia edildiği ve teslim olan zanlının mahkemede söylediği gibi olmadığını düşünenlerden. Sabahattin Ali’nin hayat hikâyesini anlattığı “Başın Öne Eğilmesin” adlı belgesel romanda da Sabahattin Ali’nin Bulgaristan sınırına epeyce uzak bir yerde tutuklanıp, yöredeki bir karakola götürüldüğünü, orada tüm bedeni işkence altında acımasızca paramparça edildiğini kapsamlı bir şekilde anlatmaktadır. Hıfzı Topuz ayrıca çok önemli bir başka bilgiye de kitabında yer veriliyor. Demokrat Parti iktidarının önemli politikacılarından Samet Ağaoğlu’nun ölümünden sonra 1992’de yayımlanan anılarında şu bilgi yer alıyor: “Dün Menderes, Sabahattin Ali’nin hükümet tarafından öldürüldüğünü, hadisenin 10 gün kadar evvel olduğu, hükümetin bu işi nasıl meydana çıkaracağını çok düşündüğünü anlattı. Açılan yolun çok fena olduğunu söyledim.” (Başın Öne Eğilmesin, Remzi Kitapevi. sf.255)

4 Aralık’ta TAN Gazetesi ve matbaası basıldı, yağmalandı. Sabahattin 14 Aralık’ta Bakanlık emrine alındı. Zamanın Maarif Vekili, Can Yücel’in “ben hayatta en çok babamı sevdim” dediği baba, gelmiş geçmiş milli eğitim bakanlarının en ilericisi, demokratı Hasan Ali Yücel, aynı zamanda Sabahattin Ali’nin de yakından tanıdığı bir politikacı, bir kültür insanıdır. 11 Aralık’ta da Millî Eğitim Bakanlığı emrine alınan Sabahattin Ali 14 Aralık’ta arkadaşı, o zamanki adıyla Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’e uzunca bir mektup yazdı.

Nasıl bir Türkiye istiyordu

Özetleyelim. “Sayın Yücel” diye başlayan mektubun ilk cümlesi şöyledir: “Siyasi hayata atıldığım için Bakanlık emrine alındığımı öğrendim. Bu karar bence pek yerindedir.” Yine de, der sonra, “durumumu açıklamayı borç bildiğim için bu satırları yazmaya karar verdim.” İçtenlikle ve yine pek çok kişinin örnek alması gereken bir cesaretle anlatır: “uzun uzadıya düşündüm. Sükûn ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen, şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.”

Sabahattin Ali ne için ve nasıl bir mücadele istediğini de anlatmayı yine en içten cümlelerle dener mektubunda: “Bunun için kafamda ilk beliren ve sarih şekiller alan siyasi kanaat tam bir demokrasi idi. Asırlardan beri bu memleketin mukadderatına karıştırılmamış olan on şekiz milyon insanın her birinin siyasi bakımdan aktif hale gelmesi, memleketin idaresine doğrudan doğruya karışması, teba halinden vatandaş haline yükselmesi şeklinde anladığım bir demokrasi.”

***

Ama dahası vardır: “Bundan başka dünyanın dev adımlarla sosyalist bir iktisadi nizama doğru gittiği inkâr edilemezdi. Hele bizim gibi istihsal seviyesi pek düşük olan bir memleketi yüksek medeniyet seviyesine ancak sosyalizm çıkarabilirdi.” ( a.g.y. sf. 424) Sabahattin Ali mektubu Latince bir cümleyle bitirir:

“Dixi et salvavi animam meam”

Ben de artık Türkiye’nin, Türkçenin bu büyük yazarı, mücadele insanı hakkındaki yazımı* aynı cümleyi yineleyerek, “söyledim ve ruhumu kurtardım” diyerek burada bitiriyorum.

(*) Bir önceki nisanda Türkiye Yazarlar Sendikası’nın derlediği ‘Başın Öne Eğilmesin’ adlı çalışmada yer alan yazımı kısaltarak yineliyorum.