OĞUZ OYAN Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) İstanbul BBB seçimlerinin iptaline dair kararının hukuk zemininde tartışılmasının olanaksız olduğu açık. Anayasal ve yasal dayanaktan yoksun, Kurul’un daha önceki kararlarıyla (içtihatıyla) çelişkili, siyasi siparişe göre düzenlenmiş bir “ısmarlama” kararı meşru sayarak, onu ciddiye alarak bir hukuk tartışmasını bıkmadan sürdürmek, herhalde en çok bu kararı alanları memnun eder. Şimdiye […]

Kişisel beka her şeyin üzerinde

OĞUZ OYAN

Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) İstanbul BBB seçimlerinin iptaline dair kararının hukuk zemininde tartışılmasının olanaksız olduğu açık. Anayasal ve yasal dayanaktan yoksun, Kurul’un daha önceki kararlarıyla (içtihatıyla) çelişkili, siyasi siparişe göre düzenlenmiş bir “ısmarlama” kararı meşru sayarak, onu ciddiye alarak bir hukuk tartışmasını bıkmadan sürdürmek, herhalde en çok bu kararı alanları memnun eder. Şimdiye kadar bu yolu da kullanarak tartışmalar yürütüldü; bu kadarı yeterli olmalı. Şimdi, iktidarın güdümünde alınan bir siyasi karara karşı bir siyasi yanıt verilmek durumunda.

Kuşkusuz bu tutum hukuk düzleminde mücadele yürütülmesine engel değil. Sorun, AKP’nin iddia edip YSK’nın da kabul ettiği gibi sandık kurulları başkan ve üyeliklerine kamu görevlisi olmayanların atanmasıysa (ki sandık kurullarına atanan üyelere itirazlar seçim takvimi uyarınca 23 Şubat’ta başlamış ve il seçim kurullarınca 2 Mart’ta kesin karara bağlanmıştır), asgari tutarlılık adına, CHP’nin 31 Mart’taki ilçe belediye başkanlığı ve meclis üyeliği için kullanılan oyların da geçersiz sayılması ve bu seçimlerin de yenilenmesi talebi YSK tarafından kabul edilmek zorundadır. Tabii aynı gerekçeyle, 24 Haziran 2018 seçimlerinin tekrarının da gündeme getirilmesi kaçınılmaz olacaktır.

Bir başka hukuk dışılık, hiçbir yasal dayanak olmaksızın İmamoğlu’nun mazbatasının geri alınıp iktidarın mutemedi olan valinin kayyum olarak aynı göreve atanmasıdır. Bunu, kararın hemen sonrasında, ‘İstanbul Belediyesi’nde 25 yıldır biriken kirli sicilin temizlenmesi için daha fazla süreye ihtiyaç duyulması’ şeklinde yorumlamıştık (Sol Portal, 7 Mayıs 2019). İ.Kaboğlu bu tasarrufun da “Anayasa md.127 ve ilgili mevzuata aykırı” olduğunu vurgulamıştır (Birgün, 9 Mayıs 2019).

YSK, sizlere Ömür…

Bu durumda, seçim güvenliğinden sorumlu en üst kurul olan YSK’nın kendi kendini feshetmiş olduğu sonucuna varmak doğru olur. Aslında YSK bu sürece 2014’ten itibaren girmiş, 2017 ve 2018 seçimlerinde de kararlarını hukuk düzleminde almadığını kanıtlamıştı. Zaten o nedenle, Anayasaya gene aykırı olarak seçimlere bir yıldan az süre kala, görev süreleri dolan üyelerinin görev süreleri uzatılabilmişti. (Bunlar da seçimlerin iptali yönünde oy kullanmadılar mı?). Dolayısıyla artık Türkiye’de seçimlerin hukuk güvenliğini sağlayacak bir yüksek kurul namevcuttur.

Bir saptama daha: YSK üyeleri üzerinde siyasi baskı konusunun çok fazla öne çıkarıldığını görüyoruz. Olayın bu biçimde takdimi, YSK üyelerinin sanki baskılara karşı koyamayan “mağdurlar” gibi algılanmasına da yol açabilir. Daha önce de yazdık: AKP iktidarı hiçbir zaman sadece sopa kullanmıyor; her zaman havuçları da heybede tutuyor. Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi denilen üçüncü dünya başkanlık rejimine geçildikten sonra, Cumhurbaşkanı emriyle dağıtılacak üst kademe kamu görevlisi pozisyonları inanılmaz ölçüde artmış, kişelere doğrudan veya yakınları üzerinden dolaylı olarak sunulabilecek mansıplar binlerle ifade edilir olmuştur. Kuşkusuz “ödüllendirme sistemi” bununla sınırlı kalmayabilir. Öte yandan, “yüksek yargı” üyelerinin siyasi konumlanmalarına göre belirlendiği, dolayısıyla dava yoldaşlığının veya imam hatip kardeşliğinin de kararların siyasileşmesinde rol oynadığı not edilmelidir.

Peki bütün bunlara rağmen adil bir seçim tekrarı yapılabilir mi? Bu sorunun yanıtı olumsuzdur. Ama seçime katılmama (boykot) kararını verebilecek, bunu tüm “muhalif” hareketlere kabul ettirebilecek, sonrasında da iktidar mücadelesini farklı bir eksene taşıyabilecek ortak bir siyasi irade oluşumu Türkiye koşullarında hayli sıkıntılıdır. Bu nedenle şimdilerde muhalefet cephesi seçimlerin yenilenmesine yeni bir heyecanla sarılmıştır.

Tabii iktidarın da yeni hamleleri olacaktır. Seçim çevrelerinde bulundurulacak siyasi militanların ve kolluk güçlerinin, ıslak imzalı tutanakların alınmasına engel çıkarmaya, İstanbul’da ikamet etmeyen kolluk güçlerine oy kullandırmaya, seçmen iradesinin oy başına verilecek maddi teşviklerle çalınmasına ortam hazırlamaya yeltenmesi ilk akla gelenlerdir. Bunlardan daha önemlisi, iktidarın HDP seçmenini bölmeye yönelik operasyonları olacaktır. Öcalan kartının açılmasının şimdiden HDP içindeki çatlakları büyütme eğiliminde olduğu görülmektedir. HDP Diyarbakır Mv. İmam Taşçıer, “Kim Kürt sorununun çözümü için adım atarsa Kürtler ona oy verebilir. AKP adım atarsa AKP’ye verir” derken, aslında tek gündemli bir partinin şimdiye kadarki tutumunu da özetlemiştir. AKP’nin ne kadar örtük/açık adım atacağını, bunların HDP ve MHP seçmeni üzerindeki zıt etkisinin ne olacağını henüz ölçemiyoruz.

Dolayısıyla, 31 Mart’tan çok daha sert geçecek bir seçim sürecine hazırlıklı olmak gerekecektir. Bu seçimlerin eğer fark arttırılabilirse kazanılabilir olduğu unutulmamalıdır. Öte yandan, iktidarın oyunlarıyla seçimler yeniden gaspedilirse, artık Türkiye’de 1950’den itibaren iyi kötü götürülen sandık demokrasisinin de ruhuna fatiha okunacaktır. Sonrası başka bir hikaye olacaktır. Bunun, AKP açısından dahi sürdürülebilir olabileceğini sanmıyorum.

Şimdi asıl soru, AKP’nin siyasi bekası için Batılı güçlerle hangi pazarlıkların yapıldığıdır. AKP iktidarı, batağa saplanmış dış politikasını ve Suriye politikasını kurtaracağını sandığı bir “güvenlik koridoru” pazarlığı içine girmiştir.

İstanbul niçin bu kadar önemli?

AKP açısından İstanbul’un neden bu kadar önemli olduğunu hâlâ anlamamış olanlar vardıysa, İmamoğlu’nun topu topu 19 gün süren başkanlığı sırasında ortaya (kısmen) dökülen kamu kaynağı talanının büyüklüğü herhalde yeterince öğretici olmuştur. İmamoğlu’nun Başkan olarak müfettişlerinden istediği denetimin “ayarlanmış idari yargı” üzerinden hukuk katledilerek durdurulması da ibretlik bir ders olmuştur. Adam kayırmacılığın, bankamatik personeli bolluğunun, astronomik maaşların ve gelir uçurumlarının, savurganlıkların, ayırımcılıkların da had safhada olduğu bir “peşkeş belediyeciliği”dir bu. İstanbul’un dev ekonomisinin, belediyenin dev bütçesinin ve kayırmacı ihale düzeneğinin, daha önemlisi bazıları için “taşı toprağı altın yapan” imara ilişkin kararların iktidara yakın çevrelerin ekonomilerini ne denli yakından ilgilendirdiğini anlamak için başka tarif gerekmez zaten.

İkincisi, iktidar bloğu için İstanbul’un politik açıdan Ankara’dan bile daha önemli bir simgesel değeri bulunmaktadır. (Zaten iktidarın hedefinde İstanbul’u yeniden başkent yapmak hep olmamış mıdır?). Kaldı ki, siyasal İslamcı hareket açısından ‘ekonomiye hakim olan herşeye hakim olur, İstanbul’a hakim olan Türkiye’ye hakim olur’ yaklaşımı egemendir. Ama güncel politik konjonktür bakımından da İstanbul’un geri alınması, hem kendi içinden yükselen homurtuları baskılamak, moralsizliklere ilaç olmak hem de AKP karşıtlığında birleşen ve seçim zaferiyle coşan kitlelerin morallerini bozmak açısından da simgesel değerdedir. Bu yüzden dünya aleme rezil olmak pahasına gayrimeşru, tutarsız ve hukuki dayanağı olmayan gerekçelerle bir seçim iptaline gitmeye cüret edilebilmiştir.

Özetle, iktidar partisinin kendisi ve temsil ettiği çıkar grupları açısından, Türkiye ekonomisine kıyasla kendi ekonomileri ve siyasi bekaları her daim önceliklidir; bu nedenle de İstanbul seçimlerinin 5 hafta sürüncemede bırakılması sonra da akla ziyan bir iptal kararının çıkartılması sonucunda ekonominin çifte şokla ateşe atılması ve Türkiye’nin siyasi itibarının dibe vurdurulması, iktidara yapışmış kapkaçcı zihniyet açısından tâli görülebilmiştir.

Peki ama feda edilen acaba sadece Türkiye’nin ekonomik istikrarı ve siyasi itibarı mıdır?

Seçimlerin iptali için başka bedeller ödenmiş olabilir mi?

7 Mayıs 2019 tarihli BirGün’de yayınlanan “Haber Analiz”de, 6 Mayıs’ta NATO’nun Ankara zirvesinin yapılması, Öcalan’ın mesajı ile YSK İstanbul Kararının açıklanması gibi “birbirini besleyen üç önemli gelişmenin zamanlaması da, birer saat arayla birbiri ardına vuku bulması da bir hayli dikkat çekici” saptaması yapılıp, “ABD’den gelen Ankara’nın SDG ile görüşmeye başladığı açıklamaları” ile de birleştirilince YSK kararının “Suriye merkezli Ortadoğu’daki gelişmelerden bağımsız okunamayacağı” ve nihayet “AKP/Saray rejiminin seçimi iptal ettirmesi ABD’den, Batılı güçlerden yeşil ışık gelmeden mümkün olamaz” sonucuna varılması önemli bir değerlendirmedir.
Öcalan’ın açıklamasının önceden alınıp 6 Mayıs’ta basına servis edildiği biliniyor. YSK’nın açıklamasının nasıl 6 Mayıs’a denk getirilmiş olabileceği sorusu akıllara takılabilir elbette. RTE’nin YSK kararından epey önceden itibaren ‘YSK’dan hangi karar çıkarsa çıksın buna uyulacağı’ açıklamalarını ısrarla yapmaya başlamasının gösterdiği tek şey, bu kararın önceden belli olduğu ama açıklamasının bekletildiğidir. Hürriyet’ten A. Selvi’nin karardan önce 7/4 oranını bile açıklamış olması da, ‘komplo teorisi’ kuşkularını ortadan kaldırır. YSK kararının açıklanmasının ertelenmesi, bu süreçte bazı pazarlıkların döndüğüne işaret eder.

Buna, İstanbul seçimlerine Batı ülkelerinden gelen resmi tepkilerin aslında beklenilenden daha ılımlı olması da eklenmelidir. Batı’dan gelen medya ve aydın kesimle sınırlı sert eleştiriler, Almanya Cumhurbaşkanınki ve Dışişleri Bakanınınki gibi bağlayıcılığı olmayan tepkiler, AB’nin ve ABD’nin görece alt siyasi kademelerinden yapılan açıklamalar bir yana bırakılırsa dişe dokunur resmi tepki olmamıştır. Dahası, AB açısından bağlayıcılığı olan Mogherini-Hahn ortak açıklaması, başlangıçtaki hafif eleştirel tonunu izleyen ifadelerde kaybedip yenilenecek seçimlerin adil yapılmasını, uluslararası standartlara uygun olmasını (!) ve Avrupa’dan seçim gözlemcilerinin talep edilmesini isterken, adeta süreci meşrulaştırmaktaydı. O kadar ki, bizden Mevlüt Çavuşoğlu bu açıklamayı ‘kabul edilebilir’ bularak memnuniyetini güçlükle zapt ediyordu!

Hangi pazarlıklar yapılıyor?

Şimdi asıl soru, AKP’nin siyasi bekası için Batılı güçlerle hangi pazarlıkların yapıldığıdır. AKP iktidarı, batağa saplanmış dış politikasını ve Suriye politikasını kurtaracağını sandığı bir “güvenlik koridoru” pazarlığı içine girerek ve böylece tedricen SDG ekseninde oluşacak bir siyasi oluşumu kabullenmeye yönelerek (hatta bu oluşumu Esad’a karşı koruma güvencesini vererek) emperyalizmin daha silik bir piyonu olmaya mı yaklaşacaktır? Bunu bilmiyoruz, ama gidişatın o yönde olabileceğini görebiliyoruz. Suriye politikasındaki vahim hatalarla yüzleşmeden, yani Esad rejimiyle derhal ilişkiye geçip onun kendi toprakları üzerinde tam egemen olmasına destek vermeden, bu bağımlılık sarmalından çıkış mümkün değildir. (RTE’nin 9 Mayıs’taki iftar konuşmasında “Rabia’mıza sıkı sıkıya sahip çıkmazsak bizi bu topraklardan jilet gibi kazırlar” diyebilmesi, ülke güvenliğinin hangi noktaya getirildiğinin ölçüsüz bir itirafı gibidir).

Kendi siyasi bekasının derdine düştüğü için ekonomideki krizi körükleme pahasına sandık sonuçlarını reddeden, böylece dış politikadaki bağımlılık sarmalını daha da içinden çıkılmaz hale getiren bir siyasi hareket, ülkenin bekası açısından doğrudan doğruya bir güvenlik sorunu haline gelmiş demektir. Bunu kitlelerin gözünden saklamak için toplum üzerindeki faşist baskı cenderesinin daha da sıkılmasından medet umulacaksa, bunun da son kullanım tarihine yaklaşıldığının bilinmesi gerekir.