Bu sütunu kendimden söz etmek için kullanmayı pek doğru bulmam ama üniversitede hem 1980 öncesini hem sonrasını yaşamış biri olarak, bu iki dönemdeki farklılıkları anlatmak açısından bugün biraz kendime yer vereceğim.

1960 sonrasında İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girdiğimde, fakültedeki hocalar 1960 öncesinin badirelerini yaşamış ve gerek akademik kimlikleri gerek toplumsal mücadeledeki yerleriyle öne çıkmış isimlerdi. Hocaların niteliği ve derslere karşı ciddiyeti, öğrencilere yardımcı seminerlerin varlığı, yazılı sınavlar yanında yer alan sözlü sınavlarda hocalarla tartışma olanağı gibi birçok şey, size üniversitede olmanın, onlarla olmanın farklılığını hissettirirdi. Hem bir ayrıcalık hisseder hem de doyum alırdınız.
1980 sonrasını ise önce asistan sonra öğretim üyesi olarak yaşadım. Bu dönemle ilgili ilk deneyimim 83 yılında işten atılmamla başladı. 78 yılının güz döneminde Ege Üniversitesi’ne girmiş, 1980 askeri darbesi, arkadan YÖK’ün gelmesiyle Ege Üniversitesi’nden ayrılan fakültelerle Dokuz Eylül Üniversitesi kurulmuştu; ben de İktisat ve İşletme Fakülteleri birleştirilerek oluşturulan İktisadi ve İdari Bilimler fakültesinde araştırma görevlisiydim. O yüzden 1402’lik olmadıysam da, dekanlara verilen yetkiyle işimden oldum. Öyle illegal örgütlere filan üye değildim ama öğrencilere ve eylemlerine sempati ile bakan, yine de her fırsatta şiddete ve birbirlerini dışlamaya son vermelerini isteyen biriydim. Örneğin 80 sonrası, öğrencilerin fakülteye girmesi için kravat takmaları gibi saçmalıklarla doluydu. Ben de, buna saçmalık dediğim, ya da derslerin dışında yaptığım seminerler nedeniyle şikâyet konusu oluyordum. Hem her şey ve herkes gözetim altındaydı hem de fakülte kışlaya döndürülmek isteniyordu.

İşten atılmamın ilginç bir yanı da, dekanın çağırıp imzasız istifa dilekçesi istemesiydi; sıkıyönetimden gelecek sorgulamalara karşın kendisini güvence altına almak istediğini söylüyordu. Benim gibi cadı kazanında kaynatılan birkaç isim daha vardı; onlar ne yaptı bilemem ama ben bu dilekçeyi vermedim; işten atılan da bir tek ben oldum.

Ne mutlu ki, buna karşı dava açma hakkım vardı günlerde. Dava lehime sonuçlandı ve görevime dönebildim. Gerçi sonrasında da anlamsız nedenlerle fakülte içi soruşturmalar gibi, açılan doçentlik kadrosuna başvurum “yetersizlik” nedeniyle atamamın yapılmaması gibi sevimsiz olaylar devam etti. Örneğin doçentlik kadrosunu da dava yoluyla alabildim.
Ancak kişisel mağduriyetlerden daha kötüsünün, üniversitenin niteliğine yapıldığını düşünüyorum. Üniversite bina, derslik, laboratuvar değildir; üniversite yüzyıllar boyunca birikmiş özgür ve eleştirel düşüncelerin bugüne bıraktığı mirastır ve bu mirası geliştirerek sürdürmesi beklenir. Oysa bugün, bir yandan küresel kapitalizm ve neoliberal politikalar, bilgi toplumu deseler de gerçekte piyasanın işine gelen bilgileri öne çıkararak, öte yandan Türkiye’de olduğu gibi yönetimler egemenliklerine halel gelmesin diye özgür düşünce ve eleştiriyi kısıtlayarak akademinin niteliği ve mirasını çökertmekteler.

Bu konuda, üniversitelerin yüksekokula dönüşmesinden üniversitelerde bilim değil öğretmenlik yapıldığına; akademisyenliğin haftada 25-30 saat ders vermeye dönüşmesinden akademik ilerlemede nitelik değil “çalışma sayısının” önem kazanmasına; test sınavlarının neredeyse tek sınav sistemi olmasından yüksek lisans döneminin bile, tezli-tezsiz derken üniversiteden sonra iş buluncaya kadar geçirilen bir aşama haline gelmesine kadar söylenecek çok şey var. Vakıf üniversiteleri ise başka bir alem!
Bunlara pek dalmadan, felsefe gibi bazı bilim alanlarının gözden düşmesi gibi, genel olarak üniversitelerde eleştiri, tartışma ve sorgulamaya yer bırakmayacak bir eğitimin esas olduğunu söylemem gerek.. Hal böyle olunca, üniversite denilecek bir şey –belki bazı üniversite ve bazı bölümler dışarda tutulabilir- kalmadığı da söylenebilir. Çünkü bugün üniversiteler, bugünden yarına daha gelişmiş bir miras bırakması beklenen akademiler yerine, bir yanda iş dünyasına eleman yetiştiren, öte yanda topluma, yönetime, egemene uyum kabiliyeti arttırılması amaçlanan kişiler üreten yerlere dönüştüler.

Üniversite denilebilecek zihniyetin ortadan kalkmasının toplumsal yansımaları da oldu kuşkusuz. Toplumun demokrasi ve düşünce özgürlüğünü verdiği önemden, daha iyiyi arama, bunun için mücadele etme potansiyeline kadar birçok konuda üniversitelerin katkısını görebiliriz. Üniversiteler, yalnız mezunlarıyla değil, duruş ve zihniyetleriyle, verdikleri eserlerle de topluma yol gösterir; örnek olurlar. Türkiye’de ise üniversite açıldıkça özgürlükçü zihniyet gerilemiş görünüyor ki, ilginç olmalı! “Otoriter ve yasakçı zihniyete ya da hukuk devletinin ortadan kalkmasına karşı tepki vermeleri beklenen üniversiteler sus pus iken, toplumdan anlamlı bir tepki gelmesi nasıl beklenebilir” gibi bir soruyu da es geçmemek gerekir! !

Sonuç olarak Batı, “güneş değil dünya dönüyor” diyen Galile’nin Kilise tarafından cezalandırılmasından bu yana çok yol aldı ama Türkiye’de yalnız yönetimler ve İslam değil üniversiteler bile ezberi öne çıkarırken düşünmeyi hapseden medrese eğitimi ile güce tabi olmanın kolaycılığını üzerinden atabilmiş değiller. Bu gidişle akademide kıyımların bitmeyeceğini, ama asıl kıyımın topluma yapıldığını da söylemek durumundayım.