Türkiye’de her gün kadınlar için kişisel olanın politik olduğunu tekrar tekrar hissediyoruz. Kadınlar şiddeti kişisel deneyim olarak anlamlandırabilirler.

Kişisel olan politiktir

İMGE CEYLAN

Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. İlknur Yüksel-Kaptanoğlu ve ODTÜ öğretim üyesi Prof. Dr. Fatma Umut Beşpınar ile geçen aylarda yayımlanan ‘‘Kişisel Olan Politiktir: Kadınlara Yönelik Eviçi Şiddet Verisi ve Politika’’ kitabı üzerine konuştuk.

Kitabın arkasında büyük bir emek taşıdığı ve sosyal bilimlerin disiplinler arası sınırlarını aşan geniş bir yazar kadrosuna sahip olduğu görülüyor. Öncelikle bu kolektif üretimin ve kitabın ortaya çıkış sürecine dair biraz bilgi verebilir misiniz?
İlknur Yüksel-Kaptanoğlu:
Kitabımız uzun soluklu kolektif bir çalışmanın ürünü. 2008 ve 2014 yıllarında Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından yürütülen iki araştırmanın verisini kullandığımız bir çalışma bu. Dolayısıyla araştırma verisinin üretilmesinde de birçok kişinin emeği var. Raporlar yayınlandıktan sonra, bu verinin kullanıldığı akademik çalışmalar oldu tabi ancak benim gönlümden geçen hep bunun ötesine geçen, üretilen bilginin özellikle şiddetle mücadele için kullanımını artıracak biçimde yaygınlaştırılmasıydı. Bu nedenle, farklı disiplinlerden konuyla ilgili akademisyen, araştırmacı ve aktivistler ile veriyi yeniden değerlendirmek ve kamu politikaları ile ilişkisine odaklanarak eleştirel bir yerden analiz etmek istedik. Kitapta, 15 yazarın kaleme aldığı 13 makale var ve 2017 yılının sonlarına doğru başladığımız çalışmamızı 2019 yılı sonunda tamamladık. Yayınlanması da 2020 yılına, pandemi dönemine denk geldi. Kitabın yazarları arasında Ayça Kurtoğlu, Gülriz Uygur, Gülsen Ülker, Yıldız Ecevit, Umut Beşpınar, Zeynep Beşpınar, Hilal Arslan, Ayşe Gündüz-Hoşgör, Tuğba Adalı, İnci User, Sevinç Eryılmaz, Alanur Çavlin ve Hanife Aliefendioğlu bulunuyor.

Kitaptaki yazılarda her ne kadar sayısal analizler daha çok olsa da rakamlarının her birinin bir kadının deneyimi olduğunu ve ayrı ayrı değerli olduğunu unutmamak gerekiyor.

Umut Beşpınar: Dediğiniz gibi kitabın arkasında başta İlknur Yüksel-Kaptanoğlu olmak üzere, tüm yazarların büyük bir emeği var. Bence kitabın kadına yönelik şiddet konusunda birbirine bağlı üç önemli katkısı var. Yazarlar toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmalarının yanı sıra sosyoloji, demografi, hukuk, siyaset bilimi, psikoloji alanlarında uzmanlardan oluşuyor. İkincisi, biz ülkemizde ne yazık ki bu tür temsili verinin ilgili araştırmacılarla paylaşılmasına çok sık rastlamıyoruz, bu açıdan da bu kitap çalışması örnek oluşturuyor. Feminist araştırmacılar genel olarak nicel veriye mesafeliler, bu mesafenin aşılmasında Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri ekibinin çok büyük bir katkısı var. Üçüncü olarak, veri farklı disiplinlerden araştırmacılar tarafından yorumlandıkça kadına yönelik şiddete dair veriye dayalı tespitler yapıp, politikalar geliştirmenin yolu açılabilir. Bu konuda spekülasyonlara dayanan uygulamalar yerine veriye dayalı toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayacak politikalara çok ihtiyaç var. Bu kolektif üretimin kadına yönelik şiddeti farklı boyutları ile anlayabilmek ve bu olguyla mücadele edebilmek için önemli olduğunu düşünüyorum.

-Kitabın önsözünde ve giriş bölümünde İstanbul Sözleşmesi’ne yapılan vurgu ve kadınlara yönelik şiddet verisine duyulan ihtiyaç tespiti yer alıyor. Bu kısımda, toplumsal cinsiyet kavramının ve farklı tipoloji örnekleriyle şiddetin nasıl tanımladığının önemine dikkat çekiyorsunuz. Resmi olarak da kullanılan ‘‘aile içi şiddet’’ kavramı yerine ‘‘eviçi şiddet’’ ve ‘‘kadınlara yönelik şiddet’’ kavramlarını kullanma tercihinizin arkasında yatan sebepler nelerdir?
İlknur Yüksel-Kaptanoğlu:
Kitaptaki yazıların ortaklaştığı noktalardan biri, İstanbul Sözleşmesi gibi birçok uluslararası sözleşmenin şiddet ile mücadelede önemli bir rol oynadığına ilişkin. Bu sözleşmenin şiddetle mücadelede altın sözleşme olarak tanımlanması, bu alandaki çalışmaları, deneyimleri dikkate alan en kapsamlı sözleşme olmasından kaynaklanıyor.

Küresel ölçekte kadınlara yönelik şiddetin bir insan hakları ihlali olarak kabul edilmesiyle başlayan süreç, İstanbul Sözleşmesi’yle birlikte bir ayrımcılık biçimi ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet biçimleri olarak tanımlandı. Şiddetin ölçülmesi söz konusu olduğunda, neyin ölçüleceği yani hangi tanımların kullanılacağı ve nasıl ölçüleceği de önem kazandı. 1970’li yıllardan itibaren aile içi şiddeti araştıran aile sosyologları, toplumsal cinsiyet açısından simetrik bir şiddetten söz ederken, “şiddetin aile içinde kaçınılmaz olduğu” varsayımını kullandılar. Bu araştırmalara getirilen eleştiriler ve kadınların erkeklerden daha fazla şiddete maruz kaldığını ispat eden çalışmalar ile toplumsal cinsiyet açısından şiddetin asimetrik olduğunu ortaya koyan çalışmaların sayısı arttı. Aile içi şiddet tanımı, sadece aile ilişkisi olanlar arasındaki ilişkileri dikkate alırken, eviçi şiddet kavramı evli olsun ya da olmasın aynı çatı altında yaşayanları dahil etmeyi gerektirir. Kadınların en çok maruz kaldıkları şiddet biçiminin dünya genelinde de eş/partner olması nedeniyle birçok araştırma “domestic” yani “eviçi” şiddeti ölçme eğilimindedir. Bir yandan da sorunu aile içi ile sınırlamak aile içinde çözmeyi daha çok benimsemeyi de beraberinde getirir.

Kitaptaki yazılarda, kadınların maruz kaldıkları şiddeti aile ilişkileri ile sınırlı olarak ele almadığımızı göstermek açısından özellikle “eviçi” şiddet olarak ele almayı tercih ettik.

Bu çalışma, özellikle şiddetin sınırlarının daha geniş ve biçimlerinin çok boyutlu olduğuna yönelik analizler içeriyor. Bunlardan biri de ısrarlı takip (musallat olma) olarak, kadına karşı şiddetle mücadelenin alanlarından olan dijital mekânlarda da karşımıza çıkıyor. Dijital şiddeti de kapsayan bir çerçevede bu şiddetin biçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Umut Beşpınar: Kadına yönelik şiddetle mücadele etmek için toplumdaki güç ilişkilerini anlamamız gerek. Şiddet, çok farklı biçimlerde ortaya çıkabiliyor. Israrlı takip de duygusal ve kimi zaman fiziksel şiddet ve/veya cinsel şiddet içeren bir olgu. Kitapta yer alan Sevinç Eryılmaz ve Özlem Ayata’nın “Türkiye’de Israrlı Takip Olgusu” başlıklı yazıları bu konuda az sayıda çalışmadan biri. Ayrıca bu çalışma, ısrarlı takip konusunda toplanan ilk ülke temsili veriye dayanıyor. Bu yazı sadece Türkiye genelinde kadınların yüzde 27’sinin ısrarlı takip davranışına maruz kaldığını ortaya koymuyor, aynı zamanda diğer ülkelerden farklı olarak bu şiddet türünü ağırlıklı olarak kadınların tanımadıkları erkeklerin, yabancıların uyguladığını da belirtiyor. Israrlı takip özellikle son dönemde dijital mekânlarda da artan bir şekilde karşımıza çıkıyor. Dünya Sağlık Örgütü her 10 kadından birinin dijital şiddet yaşadığını belirtiyor. Özellikle kız çocukları ve genç kadınlar dijital şiddete maruz kalıyorlar. Pandemi döneminde yüz yüze ilişkilerin azalmasıyla bu tür taciz vakalarının arttığını görüyoruz. Bu tür gelişmeler İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun gibi yasal düzenlemelerin önemini yeniden ortaya koyuyor. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 kadına karşı şiddetle mücadele için en önemli ve kesinlikle vazgeçmememiz, hayata geçirmemiz gereken kazanımlar.

İkinci dalga feminizmin ‘‘kişisel olan politiktir’’ sloganı, kamusal alan ve özel alan arasındaki kavramsal sınırlara karşı geliştirilen bir eleştiri niteliği de taşıyor. Bu bakış açısıyla, pandeminin iş kaybı, evden çalışma, eviçi bakım emeği gibi alanlardaki etkisi sizce eviçi şiddetin boyutlarını nasıl etkiledi?
Umut Beşpınar:
Türkiye’de her gün kadınlar için kişisel olanın politik olduğunu tekrar tekrar hissediyoruz. Kadınlar şiddeti kişisel bir deneyim olarak anlamlandırabilirler. Oysa bugün yaşadıkları şiddetin toplumsal, hukuki ve siyasi bağlamda ele alınması gerekir. Pandemi iş kaybına, evden çalışmaya, ev içindeki bakım emeğinin artmasına neden oluyor. Pandemi aynı zamanda ev içi şiddeti de artırıyor. Birleşmiş Milletler’in pandeminin kadınlara etkilerine ilişkin raporu, kadına yönelik her türlü şiddetin arttığını, aynı zamanda kadınların sağlık hizmetlerine ulaşmada da sorun yaşadıklarını gösteriyor. Pandemi döneminde kadınlar daha çok şiddete maruz kalıyor, aynı zamanda kadınlar şiddetten kurtulmalarını sağlayacak mekanizmalara daha zor ulaşıyor, şiddet uygulayan kişi ile karantina koşullarında yaşamak zorunda kalıyor, artan ekonomik krize bağlı olarak iş kaybı gibi nedenlerle şiddet içeren ilişkiden çıkmakta daha çok zorlanıyor ve onları destekleyebilecek sosyal çevrelerinden kopma riski artıyor. Tüm bu boyutları dikkate alan politikalar geliştirmek gerekli.

Kadınların eviçi şiddetten korunma ve ekonomik özerklik arasındaki ilişkiyi inceleyen makaleyi, kadınların şiddete karşı tutumlarını bireysel ve sosyal kaynakları ile değerlendiren makale takip ediyor. İlkinde vurgulanan istihdam, mülk ve konut sahipliği, gelirin harcanma kararı gibi etmenlerin yanı sıra; ikincisinde eğitim düzeyi, yaş, istihdamın türü ve sosyal güvence mekanizmalarının varlığı da vurgulanıyor. Bu bulgularla birlikte bir değerlendirme yapacak olursanız, kadınlara yönelik şiddet çalışmalarında üzerinde daha çok durulması gerektiğini düşündüğünüz konular var mı?
İlknur Yüksel-Kaptanoğlu
: Kitabın ikinci bölümündeki iki makale birbirini tamamlıyor. Bu iki makale ile birlikte kitabın genelinde ortaklaşılan konulardan biri kadınların ekonomik olarak güçlenmeleri ve özgürleşmelerinin önünü açacak çalışmalara ağırlık verilmesi gerektiği yönünde. Biz, Yıldız Hoca ile makalemizde, sadece istihdama katılmanın otomatik olarak kadınların daha az şiddete maruz kalmayacağı öngörüsüyle, ekonomik özerkliğin etkisini analiz etmeye yöneldik. Önceki analizlerimizde, sosyal güvencesiz işlerde istihdam edilen, gelirinin tamamını ailelerine veren, aile gelirinin tamamını sağlayan kadınların, kendi grupları içinde daha yüksek düzeyde şiddete maruz kaldıklarını gördük. Hepsini bir arada değerlendirdiğimiz ekonomik özerkliği ise, kadınların sosyal güvenceli istihdam edilmeleri, en az bir mal sahibi olmaları, gelir veya kazançlarını kendilerinin vermeleri ve aile gelirine eşleriyle en az aynı oranda katkıda bulunmaları biçiminde tanımladık. Bu tanım çerçevesinde kadınların sadece yüzde 3’ü ekonomik özerkliğe sahipti. Ekonomik özerkliği olan kadınların, fiziksel ve duygusal şiddet ile ekonomik ve duygusal şiddet/istismar açısından ekonomik özerkliği olmayan kadınlara oranla daha düşük düzeyde maruz kaldığını gördük. Bu sonuçlar, kadınların ekonomik özerkliğinin artmasının önemine işaret etti.

Umut Beşpınar: Kadınlara yönelik şiddete ilişkin çalışmalarda öncelikle kadınların yaşadıkları şiddet biçimleri ortaya konmalı, hangi gruplar şiddete karşı daha savunmasız bunu anlamalıyız. Şiddetin yaşandığı toplumsal bağlam, ailede şiddetin aktarımı bu konular da şiddeti anlamak için önemli. Bu kitap kapsamında, bir bölümde Zeynep Beşpınar ve Hilal Arslan ile kadınların sahip oldukları kaynaklarla şiddete verdiği tepki arasındaki ilişkiyi inceledik. Bu noktada kadınların eğitim ve güvenceli iş gibi kaynaklara sahip olmaları ile şiddetle mücadele etmeleri ve kendilerini şiddetten korumaları arasında bir ilişki bulduk. Ayrıca, sadece gelir getiren bir işte çalışmak değil, güvenceli bir işte çalışmak kadınların şiddete tepki göstererek kendilerini korumaları için önemli. TÜİK verilerine göre kayıt dışı çalışan kadınların oranı yüzde 33, 15-24 yaş arası genç kadınların yüzde 38’i ne eğitimde ne istihdamda. Bizim altını çizdiğimiz kadınların şiddetten korunmasında önemli rol oynayan eğitim ve güvenceli istihdama ulaşmaları pandemiyle birlikte ciddi tehlike altında. Bu konuda, pandemiye bağlı değişiklikleri de dikkate alan çalışmalar yürütmek gerekir. Kadına yönelik şiddetin önemli boyutlarından biri olan ekonomik şiddeti ve bu şiddet türü ile diğer şiddet türleri arasındaki ilişkiyi anlamaya yönelik daha çok nitel ve nicel araştırma yapılmasına ihtiyaç var.

İlknur Yüksel-Kaptanoğlu: Kadınlara yönelik şiddetle mücadeleyi, sadece şiddet yaşandıktan sonra kadınları korumaya odaklı olma ile sınırlı tutmadan, şiddetin oluşmasını önleyici politikalara odaklanarak sağlayabiliriz. Önleyici politikaların, kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizlikleri ve kadınların maruz kaldıkları her türlü ayrımcılığı teşvik eden toplumsal ve kültürel normlar ve gelenekler ile ilgili çalışmalar yürüterek eşitliğin sağlandığı bir toplum için çalışarak mümkün olacağını düşünüyorum. Tam da İstanbul Sözleşmesi’nde tanımlanan önleme, koruma, kovuşturma ve bunlarla mücadele için bütünlüklü politikalar oluşturma ile gerçekleşebilecek bir perspektife ihtiyacımız var. İstanbul Sözleşmesi, kadınlara yönelik şiddetle mücadele konusunda en çok ihtiyacımız olan uluslararası sözleşmedir.