Fikret Otyam ve Tarık Dursun K... İki usta-büyük sanatçı... İkisinin de on parmağında on marifet... Şiir var, resim var; röportaj, gezi yazıları, roman öykü var...

İkisi de geçenlerde birbiri ardına dünyamıza elveda dediler.

Otyam da Tarık Dursun K.’nın kadim dostları arasındaydı.

Tarık Abi, ki bizim kuşağın abisi idi, ne zaman karşılaşsak ellerini açarak “Öpüldünüz” diye bir martı kanadına selamını yüklerdi, “Ben Unutmadan” başlığı altında topladığı anılarında Otyam’ın canlı bir fotografisini çıkarmıştı. (Bilgi Yayınevi, 1994)

Bu hafta köşeyi, anılarına saygıyla bu iki ustaya bırakıyorum.

“Her zaman ona imrenmişimdir. Onun gibi gazeteci-yazar olmaya, onun gibi röportaj yapmaya ve... yine onun gibi alıp başımı çok uzak bir diyara, söz gelişi o çekip gidene kadar benim bile adını hiç duymadığım, haritada yerini bile bilmediğim Gazipaşa’ya gitmeye... imrenmişimdir.

...Bunun kıskanmakla bir ilişkisi yoktur. Kuşkusuz, kıskanmalara değer bir kişidir. Kimse, (Yaşar Kemal dahil) onun kadar usta, onun kadar konunun iliklerine işlercesine en derinine inebilen, dürüst, gerçekçi ve şair kesilmiş bir Türkçe ile röportaj yapmamıştır. Orhan Kemal nasıl Adana’nın ufak tefek taşlarına kadar yedi iklim dört bucağını ezberine almışsa; Yaşar Kemal nasıl Çukurova’nın börtü böceğini, yılanını çiyanını, sarı sıcağıyla binbir çiçeğini düzyazıda manileştirmişse (ve ben; Ziya Metin’i, Cengiz Tuncer’i, Muhtar Kemal’i, Coya’yı, Müzeyyen’i, Yasef Usta’yı, İkiçeşmelik’i, Deveçıkmaz’ı, Asri Sinemayı, Alireis Mahallesini, Esat Balım’ı, Erdoğan Heris’i, Ayhan Uytun’u ve Nedret Gürcan’ı; gözün alabildiğine uzanan, kurbağa seslerinin gece ve gündüz çın çın ortalığı çınlattığı eski Bostanlıköy’ü, Yapıcığlu Yokuşu’nu, Sarı Kışla’yı, Namazgâh’ı ve Tilkilik’i, Bucalı Kasap Hasan Göksu’yu, Doktoru, Tanko’yu, Doga’yı, İsmail Dayım’ı, Galip Göksel’le Koca Reis ve Palakaş’ı -Tanrım, ne çok insan hatırlıyorum- hiç unutmamışsam, hep ve hep onları anlatmış ve anlatacaksam…) o da bize (bana ve size) bir başka Anadolu’yu anlatmıştır.

kiskanmaya-degerdi-64402-1.

…Onun kadar iyi röportajcı alamadım. İzinden yürüdüm, izini seçemedim. Gittiği yerlere ikinci bin kez gittim, onun gözüyle göremedim. Oysa, taşlar da, topraklar da, akarsular da, dağlarla tepeler de (hatta) insanlar da onun benden önce gelip gördüğü, sonra kâğıda kaleme, sonra fotoğrafa döktüğü gibi, olup olduklarınca duruyorlardı. Sanki o gelmemiş, görmemiş, hiç yazmamış, üstüne ölü toprağı serpilmiş toplumumuzu haberleyip uyandırmamıştı.

Ondan sonra o “diyar’lara ben gittim, başka röportajcılar gitti. Zaman yürüdü; ellerinde kâğıt kalem yerine, omuzlarında fotoğraf makinesi yerine bu kez 8’lik, 16’lık, 35’lik, daha sonra elektronik kameralarla yerli yabancı nice yazar-çizer, röportajcı, belgeselci geldiler, durdular, baktılar ve kimileri pelüküle, kimileri elektronik kayda geçirdiler baktıklarını. Evet, baktıklarını, asla gördüklerini değil. Aradaki fark, buradan kaynaklanıyordu. Otyam görmüştü, ondan sonrakiler yalnızca bakmışlardı, o kadar.

...Otyam, onca sergisinde fotoğrafın bir mitralyözden çok daha etkileyici, yara açıcı olduğunu da kanıtlamıştır bize...”