Bir yazıda, kitap fuarında başımı kaldırıp tavana baktığımda bende kubbe hissi uyandırdığını, kendimi kutsal bir yerde hissettiğimi söylemişim. Kutsal bir yerde mutlu bir çocuk! Kaç yaşında olsam, bir sürü kitabın olduğu yerde kendimi mutlu hissedeceğimden hiç şüphem yok. Maymun iştahlı olduğumu söyleyen anneme, bundan herhalde altmış yıl önce “Ama kitap okumaktan bıkmadım,” demiştim. Bir meslek sayılır mı, bilemem ama kitap okumaktan hiç bıkmadım, eve yeni kitap gelince de hep bayram ettim. Kitapların bana mutsuzluk verdiği hiç olmaz mı peki? Olur tabii. Çok birikirlerse “Nasıl okuyacağım?” diye karalar bağlıyorum. Örneğin, Toptaş’ın son kitabını halen okuyamadım ama Talat Sait Halman Jürisi okumaları nedeniyle beni affeder diye düşünüyorum.

Çok gezen mi, çok okuyan mı sorusuna ise elbette ikisi de diye cevap veririm. Gezmeyi sevdiğim için olsa gerek. Ama çeşitli nedenlerle merak ettiğim yerlere gidemeyince (maddi durum, sağlık durumu, işi bırakamamak), oturup karalar bağlamaktansa okumak en iyisidir derim. Tercihan, sevdiğin, güvendiğin yazarları okumak... Bir yeri başkasının gözünden görmek, sonradan mukayese imkânı da sağlıyor. Sinemanın da insana bir yeri tanıtabildiğini bir türlü gidemediğim Londra’yı yıllar sonra görünce anlamıştım. Şehrin her yanını biliyor gibiydim. Daha önce okuduğum kitaplar da Londra’yı görünce daha bir anlam kazanmıştı. Hele Edinburgh’a gidince, Ian Rankin’in kahramanı Müfettiş Rebus’un yaptıkları, ettikleri, gittiği yerler benim için çok daha fazla anlam kazanmıştı.

Peki, “Kitap! Kitap!” diye neden birden coştum öyle? Beyoğlu Belediyesi’nin 10. Sahaf Festivali başladı, ben de ilk küçük turumu yaptım da ondan. Ve annemin bütün titiz seçimlerine rağmen (ki ben de hepsini sevmişimdir aslında), aslında çocukluğumun en unutulmaz iki serisinden birini orada tastamam buldum. Hatta bir tanesi için bir yazı da yazmıştım ama eski yazılarımın çoğu gibi kaybolup gitmiş: Michel Zevaco’nun dört kitaplık Kanlı Saltanat serisi. Acaba tamam mı diye sahaf arkadaşla birlikte bakarken birden ilk bakışta bulamadığımızı da gördüm. Güzeller güzeli ama hain mi hain Kraliçe İzabo’nun kapak olduğu kitap, üçüncü cilt. “Tamam,” dedim, “hepsi burada.” Henri de Pasavan’ı çok severdim. Pardayanlar’ın gölgesinde kaldığı için de pek acırdım. Diğer seri ise, iki çocukluk arkadaşımın, Jano ile Yanik’in dünya seyahatidir: “İki Çocuğun Devriâlemi”. Köpekleri Sultan’la birlikte... Onları da buldukça Lütfü Seymen veriyor bana. Doğrusu ikisi de hayli fedakârlıkla okunmuştur. Ders kitaplarının içine saklandıkları için cezamı çekmişimdir. Hele Zevaco benim için onaylanan bir yazar da değildi diye hatırlıyorum.

Sahaf Festivali’nin hemen ardından da 35. İstanbul Kitap Fuarı geliyor. Uzaklığına, hafta sonlarındaki kalabalığa rağmen çok sevdiğimiz, hiç kaçırmamaya gayret ettiğimiz bir fuar. Aynı kitabın çift çift, hatta üçer üçer baskılarının da alındığı yer. İnsan o kitabın kendinde olup olmadığını bir türlü kestiremiyor. Ya eski okumalardan hatırda kalmışsa? Hem sonra bizce değerli bazı baskıları yeniden alacak mıyız? Hem bunun da kapağı çok güzelmiş. Yeniden yapılmış çevirilerde durum büsbütün karışır. Hani eski çeviriyi Sahaf Festivali’nden almışsınızdır da, Kitap Fuarı’nda karşınıza yenisi/yenileri çıkmıştır...
Kaçırmadan Sahaf Festivali’ne gidin derim. Şuracıkta, Taksim’de. Fuar Edirne’ye daha yakın sanki ama bir kerecik bile olsa gitmek, kitapların havasını solumak insana iyi geliyor. Hem yeni kitaplardan da tanıtımlar yoluyla haberdar olmaktansa, göz göze görmek şart. Görüşmek üzere...