Yazamadığım kitapların sadece adlarını sıralasam ansiklopedi olur.

Yazamadığım kitapların sadece adlarını sıralasam ansiklopedi olur.
Daha ilk cümlede kocaman bir yanlış; isim listesinden neden bir ansiklopedi olsun? O kitaplar yazılmış olsaydı, ansiklopedi kalınlığında kitaplar denebilirdi belki. Ki, kitabı kalınlıkla ölçmek de başka bir kaba kalın yaklaşım. Yanlış bir dilsel düşünsel şablon...

Belki şu cümle daha doğru olur; yazamadığım kitaplarla ilgili niçin’leri, nedenleri sıralasam büyük bir toplam olur.
           
Sözü kıvırmaktayım, geçen hafta oto-stoptan söz ettim: Otosansürden, kişinin bir tür eylemsizliği demek olan oto-stopa dönüşmesi…

Bunları yazarken, kendimi dışarda tutmadığımı mutlaka belirtmeliyim. Yani, geriden, uzaktan bakıp yazan bir yazar edasında değilim. Sözün en ağırı kendimedir.
           
İlk anımsadığım oto-sansür, 12 Eylülün hemen sonrasına denk düşer. İzmir’de bir öğrenci evinde, geceydi. Dışarda silah sesi, polis düdüğü… Kalkıp birkaç dize karaladım. Karanlıkta yaşananlara kendimce bir destek olsun diye. Sonra, bir baskın olur, yazılandan kanıt elde edilir diye, bir şey yazmadığımı kanıtlamak için “aklımdakileri yazmaktan korktum” notu düştüm. Bu notu da, anlaşılır bir biçimde karalayıp, kendimce kurnazlık yaptım; kişi tam yazacakken, vazgeçmiş sansınlar!
           
Sabahın ışıkları ile korkum geçince, gece yazıp karaladıklarımı yeniden yazmak istedim. Boşuna! Unutmuştum. Karalamanın altına yine bir not ekledim. “Şimdi de,  ne yazdığımı unuttum.”  Bu unutma belki korkudan, belki de güvenlik kaygısındandı.

Şimdi, her ağır sorunda, her işi bırakıp, “oturup yazmalı” diyesi geliyor insanın. Polis düdükleri, silah sesleri duyulmasın diye geceleri. Çünkü yazının ve kitabın kalıcılığı, “namusu”, etkisi, tarihsel bir sağlam arka plandan aldığı bir gücü var. Bütün olumlu değerlerin ve kavramların sonlandırılmaya çalışılması gibi, giderayak kitabın da değeri, “özgül ağırlığı” kaybedilmek isteniyor. Silah ve düdükten daha ince bir saldırı var.
          
Bu açıdan, kitabı ve “İmamın Ordusu” adlı kitaba yapılanları, açıkça söylemek gerekirse en uç komplo teorileri kapsamında ele almak gerekiyor. Yani, saçma bir yargısal-adli soruşturma ve sonrasında kovuşturma nesnesi olmanın ötesinde.
            
Namusla ilgili tek organ beyindir. Beyin namusunun yokluğu bir çeşit beyin ölümüdür. Kitap algısı öldürülerek, ülke, beyin ölümü gerçekleştirilmiş bir cehalete sürüklenmek isteniyor.
           
12 Eylül’le birlikte kitabın yasak kitap yasak yayın, örgütsel doküman olarak gösterime “ konseptinden”  kitabın “ yoklukla” sonunun getirilmesine uzanan bir süreç!
           
“Şimdi karşımızda harflerle mücadeleyi bırakmış, kitaptan çoktan vazgeçtim, bir cümleyi yada paragrafı bitiremeyen bir gençler kuşağı var. Kitabı terk etmiş durumdalar, hatta açıkça kitabı hor gördüklerini belli ediyorlar. Okuma yazmanın gücüne ve etkinliğine, yararına inanmaktan vazgeçmişler. Okuma- yazma öncesi dönemde bulunanların avantajlarına da sahip değiller üstelik; sözelliğin verdiği iç güce hiç kavuşamamışlar. Standart kategorilerin hiçbirine uymuyorlar. Bu insanlardan söz ederken post-cehalet gibi yeni bir terim bulmak gerekiyor.” (Öküzün A’sı, B. Sanders, çev. Şehnaz Tahir, Ayrıntı Y.)
           
Ülke başbakanının kitabı bomba ile eş tutması üzerine bu yazıya soyundum. Ne var ki, yeteneğim bu ucuz mecaz, avlayıcı-popüler söylem kültürünü değerlendirmeye yetmedi.         Eski bir makalede “post-insan” diye bir sözcük kullanmıştım. Şimdi, bu yazının tamamı unutulsun. Başbakan, bomba kitap üçlemesinin yanına iki nokta koyup, yukarıdaki alıntıdaki “post-cehalet” kavramını yazıverin, yeter…

Haftanın dizesi; “tarihini unutmuş birileri geçiyor sokaktan” (Metin Fındıkçı, Çölden Hırka, Şiirden Y.)