Kitaplı mücadele

Zafer Köse

Dünyada bunca at varken tekerlekli araç üretme projesini hiç “fizıbıl” bulmadığını söyler banka müdürü. Kredi başvurusuna olumsuz yanıt verilince, Bay Ford, dosyasını alıp çıkar.

O müdürün öngörüsüzlüğü pek konu edilmez elbette; bu anekdot, Ford’un başarı hikâyesinin parçası olarak anlatılır. Aynı şekilde Kafka gibi, Proust, Oğuz Atay gibi sonradan başarıya ulaşmış yazarların hikâyeleri de dillerdedir.


Ama başarının referans kabul edilmesi, genellikle yanlış kanaatlerin yayılmasına neden oluyor; hak edenlerin mutlaka olumlu sonuçlara ulaşacağı, hayatta haksızlık diye bir olgu bulunmadığı yönündeki görüşlerin benimsenmesini sağlıyor. Tıpkı yoksulluğun sorumlusu yoksul insanlarmış gibi, işsizliğin nedeni işsizlermiş gibi bir yanılsama bu. Oysa o bankada, o müdüre bağlı çalışan ve kariyerinde hiçbir ilerleme elde edemeyen bir memur, belki de müdüründen daha öngörülüydü, hayatın gerçeklerinin daha fazla farkındaydı.

Aynı şekilde, edebiyatta, bilimde, düşüncede, her alanda ortaya çıkamamış ne çok değer vardır. Belki Kafka’yla aynı yıllarda yaşamış ve ondan daha büyük romanlar yazmış birinin yapıtları, birçok girişimden sonra, bir daha bulunamayacak biçimde çöpe atılmıştır. “Piyasaya” çıkamamış nitelikli işlerden haberimiz olmaz ki.

Aslolan mücadele

Başarı, ancak bir amacın gerçekleştirilmesiyle ortaya çıkabilir. Elbette birbirinden çok farklı amaçlar söz konusu olabilir. Kişisel fayda sağlamak için veya insanlık değerlerine aykırı görüşler için uğraşabilir bazı insanlar. Böyle çıkarsal mücadelelerde etik ilkeler söz konusu olmadığından, tek ölçüt başarıdır. Dolayısıyla hedefe ulaşmak için “her yol mubah” kabul edilir.

Ne yaşadığını anlamak için veya insanlara faydalı diye düşündüğü amaçlar uğruna emek harcayanlar ise savundukları değerlere aykırı bir yolda ilerleyemezler; amaca uygun olmayan bir araç kullanamazlar. Bağlı olduğu değerlere uygun hareket etmek, başarıya ulaşmaktan öncelikli bir tercihtir onlar için.

Örneğin, özgür insan yetiştirmek amacıyla baskıcı eğitim uygulanabilir mi? Veya demokratik değerleri savunmak için antidemokratik yöntemler kullanılabilir mi? Herhangi bir mücadele sonucunda başarıya ulaşılırsa, kazanan, o yolda kullanılan yöntem olacaktır mutlaka.

Başarı, “iyi” veya “kötü” denebilecek bir kavram olmadığına göre, bir kişinin veya bir çalışmanın değerinde ölçüt kabul edilemez. Ne için ve nasıl mücadele edildiğidir aslolan. Bu durum, bütün alanlarda olduğu gibi, edebiyatta da geçerli. Özellikle de yayıncılıkta.

Kahrolsun bağzı kitaplar

İktidar yanlısı veya sistem savunucusu insanlar, birkaç on yıl öncesine kadar, adeta kitap düşmanı olarak hareket ediyordu. Önceki kuşakların popüler yazarları, açık bir devlet şiddetine çok yaygın biçimde maruz kalıyorlardı. Medya onları halktan uzak tutabilmek için çeşitli manipülasyonlar uyguluyordu.
Son yıllarda ise Milli Eğitim’in öğretmenleri, pop kültürünün yıldızları, siyasetçiler, birçok kişi sürekli kitap okumak gerektiğini anlatıp duruyor. Bunu özendiriyorlar, ödevler veriyorlar. Çünkü kitaplar ve yazarlar büyük ölçüde kontrol altında. Egemen irade açısından “faydalı” bir yayıncılık dönüyor memlekette. Üstelik çoğu zaman, açık bir baskıya gerek kalmıyor bunun için. Başarılı olma amacı, piyasa değerlerinin içselleşmesini sağlıyor.

İtaati yücelten, sorgulamadan iktidara bağlı kalan, hiçbir etik değeri benimsemeden çıkarlara göre tavır alan insan özelliklerini açıkça besleyen kitapları desteklemek, elbette pratikte pek mümkün olmuyor. Ama okur beğenisini bir şekilde yönlendirerek, hayata karışmayan bir edebiyat anlayışı yaygınlaştırılabiliyor. Hatta muhalif gazetelerde yazan, açık politik tavır alan bazı edebiyatçılar bile böyle modalara kapılabiliyor; “Edebiyatçının anlaşılmak kaygısı olmamalı” gibi sözler edebiliyorlar. “Ben yazarken okuru dikkate almam” diyebiliyorlar. Bu sayede, çoğunluğu hâlâ muhalif olan ve “piyasa” kavramını sevmeyen okurlara, “Ben piyasa koşullarını dikkate almıyorum” mesajı da vermiş oluyorlar.

Okurların büyük bir kısmı, sevdikleri neredeyse bütün romanlar için “Beni alıp başka bir dünyaya götürdü” türünde yorum yapabiliyor. Edebiyat, insanı incelemekten, hayatı tanımaktan ve gerçekliği anlamaya çalışmaktan uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Gizemli olayların, gerçek hayatta pek karşılığı olmayan konuların, günlük hayatta kolay kolay karşılaşılamayacak kahramanların hikâyeleri popüler hale getiriliyor.

Açıktır ki, bu türdeki edebiyat, oluşturulmak istenen politik bir duruma karşılık geliyor. On yıllardır, insanların gündelik hayatındaki asıl sorunlardan kopuk tartışmaların yürütüldüğü bir siyaset dünyası yaratılmaya çalışılıyor. Sadece kimlik sorunları ve yaşam biçimi üzerinden bir muhalefet yürütülebiliyor. Ülke kaynaklarıyla ve halkın emeğiyle üretilenlerin nasıl yönetilip nasıl paylaşılacağını sorgulamayan bir siyaset tarzı için “okuru alıp başka dünyaya götüren hikâyeler” hevesle onaylanıyor. Politik alandaki “İnsanlar bir araya gelip ortak hareket etmesin” tercihinin edebiyattaki karşılığı, “Eşsiz benzersiz karakterlerin marjinal kişilikleri” olabiliyor.

Böyle bir ortamda, çalışmalarını “başarılı olmak” amacıyla yürüten bir edebiyatçı, elbette bu modaya kendini kaptıracaktır. Ortaya çıkmaya çalışan yazar adayı, dergilerde kabul edilmek veya yayınevlerinde onaylanmak için piyasanın beklentilerine uygun değerleri içtenlikle benimseyebilir. Aynı şekilde, kendini kanıtlamış bir yazar da daha fazla satabilmek için, yaygınlaştırılmış okur beğenisini ölçüt alma eğilimi geliştirebilir. Bunu kendine bile itiraf edemeyebilir ama o aykırı açıklamalar, bambaşka özeliklere sahip bir kişi gibi görünmeler, “ezber bozan” izlenimi yaratmaya çalışarak aslında moda olan “tutunamayan” tarzdaki tavırlar… Bunlar da piyasaların onaylayacağı “rüzgâra karşı tek başına yürüyen” bir imaja uygun olabiliyor.

Sonuçta, diğer konularda olduğu gibi, kitap konusunda da “bütün topluma faydalı” diye bir mantık geçerli olamaz. Kitap, neden genel olarak faydalı olsun? Hangi estetik değeri, hangi bakış açısını, hangi dünya görüşünü şirinleştiriyorsa, üretiyorsa, onaylıyorsa, ona göre değerlendirmek gerekmiyor mu? Bazı kitaplar bazı kesimlere faydalıdır.

Bir cephe

Türkiye’de çok az kitap okunduğu yönünde çeşitli rakamlar yayımlanıyor. Oysa bunlarda alınan ölçütler oldukça muğlâk. Gerçek olan bir şey var ki, hiç de küçük olmayan bir sektör dönüyor. Kıran kırana bir “piyasa” var ortada.

Kitap yazmak, dağıtmak, okumak uğraşları aslında bir mücadele alanında gerçekleşiyor. Çok az kişinin önemsediği bu mücadele, geleceğe etki edecek bir cephede gerçekleşiyor. Kitap okumakla ilgili olumlu yaklaşım göstermek, bu mücadelede taraf olmak anlamına gelmiyor. Konuya “kitap çok okunsun” veya “az okunsun” yönünde bir tartışma varmış gibi yaklaşmak yanılgı yaratıyor. Çünkü asıl mücadele, hangi nitelikteki kitapların yaygınlaşacağı konusunda.
“Okur beğenisi”nin oluşumu, en az yazar tavrı kadar önemli. Bir insan ne istediğini, ne düşündüğünü, neyi beğendiğini nasıl bilebilir? Belki de bu “zevk meselesi” geçtiğimiz yıllar boyunca içinde bulunduğumuz atmosfer tarafından kontrol altına alınmıştır. Kendimizin sandığımız “zevkler” aslında gazetelerin ve dergilerin bize ezberlettiği kanaatlerdir. Ancak kanaatimizin ve beğenimizin oluşum dinamiklerinin farkına vardıkça bu güdülenme olgusunu aşabiliyoruz.
Hangi yayınevlerini desteklediğimiz, hangi kitapları sevdiğimiz, değerli bulduğumuz konusunda; bu arada elbette hangilerini zararlı bulduğumuz konusunda netleşmemiz gerekiyor artık! Nitelikli bir romanın, derinlikli bir kitabın yaygınlaşması, kuşkusuz bir başarıdır; yazarından çok, okurun bir başarısıdır bu.
Aynı durum, dergi ve gazete okurluğunda da geçerli. Bilinçli bir okur olmak, karşılaştıkça rastgele bir şeyler okumaktan bambaşka bir şey. Abone olarak veya bir şekilde, en azından bir iki yayın organını desteklemiyorsak, habercilikle ve düşünce üretimiyle ilgili edeceğimiz lafların pek değeri olmayacaktır.