Dünyada daha dinselleştiği ya da daha çok İslami ilkelere veya İslamcı anlayışa göre yönetildiği için gelişen, refah üreten, bilim ve teknoloji alanında ilerleyen tek bir ülkenin bile bulunmaması tesadüf olabilir mi? Dünyada, bütün kusurlarına ve eksikliklerine karşın, Türkiye dışında Ortaçağı aşan tek bir Müslüman ülkenin bile olmaması nasıl açıklanabilir? Evet, İslam dünyası hala büyük ortaçağının içinden geçiyor. İşte artık bu istisna, yani Cumhuriyet Türkiye’si, uğradığı büyük ihanetin bedelini ödüyor.

Bu ülkede toplumun önemli bir kesimi, çok partili yaşama geçildiğinden beri rüşvete, küçük çıkarlar karşılığı geleceğini satmaya, ikiyüzlülüğe ve ihanete alıştırılmış durumda. Halkın önmli bir bölümü neredeyse ahlakı bozulmuş bir yığın haline getirildi. Cumhuriyet devrimi, kendi kurucu unsurlarının bir bölümünün ihanetine uğradı ve bütünüyle tarihten silinmenin eşiğine kadar geldi. Ülke şimdi o eşikte ve kaderini yeniden belirleyeceği bir çatalda bulunuyor.

Aydınlanma ve modernleşme süreci (dolayısıyla planlı bir sanayileşme) tamamlanmadan; toprak reform yapılmadan, cumhuriyet devrimi henüz kendi kitle tabanını konsolide edemeden, İsmet İnönü yönetiminin 2. Dünya Savaşı sırasındaki yanlış politikalarının da bir sonucu olarak, ülke karşı devrimci güçlere teslim edildi. Türkiye yeniden emperyalizmin kontrolüne girdi. Önüne sandık konulan köleler, doğal olarak efendilerini seçti. Ülkede demokrasi değil, uzunca süre çok partili bir soytarılık hüküm sürdü.

ACI ÇEKMEKTEN TAT ALMAK

Tam burada klasik ve artık bıktıran bir yaklaşımı ele almakta yarar var. Şöyle özetlenebilir; aydınlar ve sol da hatalı, kendilerini anlatamadılar, topluma karşı sorumluluklarını yerine getiremediler, halka inemediler… Bu anlayış hiçbir temele dayanmayan, tarihsel sosyolojik perspektiften yoksun bir ezberden başka şey değildir.

Gerçek tablo tam tersidir. Türkiye çok şanslı bir ülkedir, ısrarlı ve fedakâr bir aydınlar ve devrimciler kuşağına sahiptir. Uğradığı bütün ihanete –ki bu halkın ihanetidir esas olarak- onu terk etmeyen bir aydınlar ve devrimciler geleneğidir bu. Yani bu ülkeyi ve toplumu hiçbir karşılık beklemeden seven, kendini adayan, onun kurtuluşu için mücadele eden, hapis yatan, işkence gören, ezilen, hoyrat ve acımasız bir şekilde dışlanan, öldürülen, idam sehpalarına giden, ancak yine de onu terk etmeyen, ona küsmeyen, ana damarlarıyla mücadeleye devam eden büyük bir sol ve devrimci aydın geleneği var. Daha ne olsun! Belirtildiği gibi bu durum, Türkiye’nin ve halkın en büyük şansıdır.

Bu nedenle, Doğu toplumlarına özgü, o acı çekmekten mistik bir tat alma tutumunu artık terk etmek gerekiyor. Solun ve aydınların bugüne kadar neredeyse her başarısızlıkta kendini suçlama saçmalığı aşılmalıdır. Çünkü, bu saf ve temiz yaklaşım, işçi sınıfında ve halkta Allah vergisi bir devrimcilik olduğu varsayımına dayalıdır. Ah, onlara bir dokunabilseydik, nasıl da ayağa kalkacaklardı, ama olmadı, hata bizim diye düşünmektir. Oysa öyle değildir.

Solun tutumu aşağı yukarı hâlâ böyle… Oysa, işçi sınıfı ve emekçi halk daha çok kurulu düzenin ideolojik etkisi altında, tutucu, geleneklerine bağlıdır. Ve bu nedenle devrimci olmadıkları zaman hiçbir anlamları yoktur. Daha kötüsü karşı devrimin ve gericiliğin kitle temelini oluştururlar. Bu nedenle onları eylem içinde önce sola çekmek ve devrimci yapmak gereklidir.

Bunu yaptık çünkü.. Bu topraklarda Celali isyanlarından beri kurulu düzene karşı en büyük başkaldırı ve saldırı hareketini gerçekleştiren 1970’lerin devrimci fırtına kuşağı, toplumla nasıl ilişki kurulacağını, onun nasıl ayağa kaldırılabileceğini ve kurtuluşun yolunu gösterdi. Liberaller ve zihni liberalizmle lekelenenler pek hoşlanmayacak, ama 68’den devraldığımız o devrimci ve Jakoben yol, üslup ve mücadele tarzı söz konusu yükselişin, o büyük dalganın ve başarının başlıca nedenidir. Uzansaydık iktidarı alabilecekken bunu yapmadık, yapamadık. En büyük hatamızdır. Tarihin çağrısını duymadık, o çağrıya uymadık, dolayısıyla tarihin cezasına razı olduk. Bedelini ödedik.

ZÜBÜK DEMOKRASİSİ

Türkiye’nin çok partili döneme geçiş sürecini en iyi anlatan metinler, sadece siyasal analizler ya inceleme kitapları değildir. Aziz Nesin’in "Zübük" adlı mizahi romanı bu alanda yazılmış en yetkin ve en öğretici metinlerden biridir. Zübük adı verilen sağcı, din istismarcısı, yağmacı ve hırsız politikacı tipi, kendisini destekleyen, onunla "al gülüm ver gülüm" ilişkisine giren, bir kitle/halk var olduğu için başarılıdır. Burada suçlu ya da kusurlu olan sadece Zübük değildir, aynı zamanda ona destek veren halk kesimleridir. Kartal Tibet’in yönettiği, Kemal Sunal’ın da başrolünü oynadığı aynı adlı film de son derece başarılı, siyaset sosyolojisi derslerinde gösterilmesi gereken bir sinema eseridir.

İşte Türkiye, Zübük demokrasisi sonucu AKP ve siyasal İslamcılara teslim edildi. Merkez sağ ve muhafazakâr iktidarların izlediği siyaset, gerici ve antikomünist NATO doktrinleriyle birleşince Türkiye bir felakete sürüklendi.

Erdoğan-AKP iktidarı ve siyasal İslamcı hareket, muhafazakâr ve merkez sağın uzun ihanet yıllarının ardından yaşanan yoksulluğun, dışlanmışlığın, kenara itilmişliğin yarattığı öfkeyi, insanlığın ilerici birikimine, akılcı ve bilimsel değerlere, Cumhuriyet’in ve modernitenin kazanımlarına yönelik bir düşmanlığa dönüştürdü. Onu farklılaştıran en önemli özelliği budur.

Dolayısıyla, siyasal İslamcı iktidara destek veren toplum kesimleri arasında, ağırlıklı olarak yoksulların ve alt sınıfların da bulunması onu meşru kılmıyor. Kötülüğün niteliğini değiştirmiyor. Tersine onu daha kıyıcı ve acımasız yapıyor. Dahası bu tablo, halkın her zaman doğru tercih yapmadığının kanıtı olarak önümüzde duruyor.

Antr-parantez belirtmek isterim; yukarıda çizilen tablonun yanı sıra, dünyanın dijital bir devrim yaşadığı, akıllı teknolojiye dayalı robotik bir üretim çağının başladığı, dolayısıyla işçi sınıfının niteliğinin de köklü bir değişime uğradığı bu tarihsel eşikte; Mahir Çayan’ın hem içinde bulunduğu 1960/70’ler Türkiye’si realitesinden hareketle hem de ileriye dönük büyük bir seziş ve öngörüyle ortaya attığı, “işçi sınıfının ideolojik öncülüğü” kavramı/tezi üzerinde, sanki bir kez daha düşünmekte yarar var.

TÜRKİYE’NİN ŞANSI

Yukarıda ülkeyi felakete sürükleyen, onun ilerici kazanımlarını yok eden gericiliğin toplumsal tabanını anlattık. Ancak başka bir gerçek daha var… Bu ülkede insan aklını teslim almak için yapılan her şeye örneği görülmemiş baskıya, nefes aldırmayan kuşatmaya ve satın alma girişimlerine karşın; halkın en az yarısı, bir bakışla 70 yıldır, daha daraltılmış bir yaklaşımla 20 yıldır direniyor. Gericiliğe karşı koyuyor. Çünkü bu toprakların 200 yıla yaklaşan aydınlanma ve modernleşme tarihinin yarattığı birikim ve bu birikimin verdiği güç, toplumun Ortaçağ karanlığına teslim olmasının önündeki en büyük engeli oluşturmaya devam ediyor. Bu da Türkiye’nin ikinci şansıdır.

Cumhuriyet’in "bir avuç seçkinin rejimi" olduğu yolundaki gerici tezin tam bir palavra olduğu, Gezi/Haziran Direnişi sırasında eylemli olarak kanıtlanmış bulunuyor. Bu direnişin kendisi, Cumhuriyet’in daha ileriye taşınarak aşılabileceğinin de olanaklarını sunuyor.

Türkiye’nin önemli bir tarihsel çatala, 2023 seçimlerine doğru gittiği bir dönemin içinden geçiyoruz. Kuşkusuz, tarihin akışına karşı savaşanlar kazanamayacak, bu kesin. Ancak, bu uzun vadede böyle olacak. Kısa ve orta vadede her zaman iyiler kazanmaz. Hatta genel olarak kötüler kazanır. Bu nedenle, ülkenin daha fazla acı çekmemesi, toplumun daha çok kirlenmemesi ve gericiliğin elinde yıkıcı bir felakete sürüklenmemesi için tarihsel bir sorumlulukla hareket etmek gerekiyor.