26 zengin eşittir 3, 8 milyar fakir. Kader mi bu şimdi, hakkıyla mı kazandılar bunca parayı, malı, bu hudutsuz güce, saygı mı duyalım yani? Biz bu anlamsız zulmü kıramadık, kusura bakmayın gençler, resmen bir avuç insanın oyuncağı olduk mu diyeceğiz? Yazık, hepimize yazık!

Kıyamet neden kopmaz ki?


Alper Turgut

Harbiden, hep merak ederim, biçare yoksulun halinden yoksul bile anlamazken, onların sırtından geçinen, fakirlerin varlığıyla semiren, ezdikçe ezen zengin nasıl anlasın? Koskoca insanlık tarihi, yoksul ile varsılın savaşıdır tastamam, açlıktan nefesi kokanlar, kemikleri sayılanlar, yağlı, koca göbekli kendi türünün kölesi olmuştur, yani omzu çöküklerle kalın enselilerin bitmeyen davası, miras kalmıştır asri zamanlara da. Oysa, zengin az, fakir çoktur, aslında mantığa yakın olan, bu saçma sapan düzenin kolayca yıkılabilme ihtimalidir. Lakin güç ve kudret, hep seyrek olandan yanadır, zavallı kalabalıkların zafiyeti ve zayıflığı değişmeden, dönüşmeden öylece durur. Hani yükte hafif, kıymette ağır meşelisi gibi, altın gibi, elmas gibi, işte mücevheratın her türü gibi, bu ağır ve insanı inciten şey, kolayca insanlığın mevcut durumuna uyarlanabilir, ne yazık ki.

Yoksulluğa karşı çalışmalarıyla bilinen yardım kuruluşu Oxfam, 26 çok ama çokkkkkk zengin insanın servetinin, dünya nüfusunun yüzde 50’sinin (elbette en fakirden yukarı doğru çıkan bir ivme mevzubahis) varlığına eşit olduğunu açıklıyor. Kaç kişi mi bu yüzde 50 yoksul dilim, yaklaşık 3,8 milyar insan. Evet, 26 zengin eşittir 3, 8 milyar fakir. Kader mi bu şimdi, hakkıyla mı kazandılar bunca parayı, malı, bu hudutsuz güce, saygı mı duyalım yani? Peki 7, 53 milyar insanız şu yalan dünyada, giderek de çoğalıyoruz ha, ha bire ve hiç durmadan, gelecek nesillere, modern ve gönüllü kölelik halimizi mi bırakacağız, biz bu anlamsız zulmü kıramadık, kusura bakmayın gençler, resmen bir avuç insanın oyuncağı olduk mu diyeceğiz? Yazık, hepimize yazık!

Bakın, bu 26 insan, geçen senenin ürünüydü, 2017’de 43, 2016’da 61 idi bu sayı, yani süper zenginlerin sayısı giderek düşüyor, fakirler ise artıyor, inadına. Özetle; çokta uzak olamayan bir gelecekte, tek bir insanın kölesi olabilir, tüm insanlık! Devletler, bankalar, adalet, medya, kolluk güçleri, aklınıza ne gelirse, zenginin yanındayken, biz öylece bakakalırız, o kadar. Hah! Unutmadan, en zenginlerin serveti son bir yılda yüzde 12 oranında artarken, en yoksulların varlığı yüzde 11 azaldı. Yani siz bu satırları okurken, cebinizdeki son meteliğe de dikkat edin arada, anında götürürler alimallah! Şimdi bu 26 kişiyle bitmiyor mesele, toplam 2200 milyarderi var yerkürenin, milyonerleri katmadık, onlar da dert ya, neyse konuyu yeterince dağıttık. İşte hepsini toplasan, yine de insanlık denizinde kum tanesi gibiler, sömürenlerimizi tanıdıysak şu ana dek, asıl sorunumuza geçelim artık!

Evet, doğruya doğru yoksulun düşmanı ya fakir ya da orta gelirlidir, bu tuhaflık elbette zenginin işine gelir. Biri işsiz kalınca, hop yerini bir başka fakir kapar, diğeri kendi yoksulluğuna isyan etmek şöyle dursun, neredeyse kendisinden daha çok zengini savunur. Güvenlik olur, zengini korur, hukukçu olur, zengini korur, kamu yöneticisi olur, zengini korur. Lüks araba görünce, el pençe divan durur, kalantor olduğunu hissedince, yaltaklanma ihtiyacı duyar, yancı olmaya koşar. Kapitalizm budur, çıkarlarını savundukça fakirler, vahşi sistemini daha da oturtur.

Bunları neden mi anlatıyorum, Türk İş Başkanı Ergün Atalay’ın; “Uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle” lafından sonra aklıma esti. Çünkü sendika ağalığının, çalışanın haklarından ziyade, sistem koruyuculuğu olduğunu biliyorum, kendi çıkarları da buna dahil elbette. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nda (TGS) işyeri temsilciliği, genel eğitim sekreterliği, genel sekreterlik yaptım, işleyişi gayet iyi biliyorum, tek dert sendikacılar da değildi ha, çalışanların durumu hayli vahimdi. Bir kısım benim aday olmamı kabul etmedi, edemedi, sordum niye? İşte efendim, senin kişiliğin sert, yok, uzlaşmazsın, yok, patronlarla anlaşmazsın, yok, siyasi görüşün keskin, bla bla. Dedim, hakkınızı bu kafayla nasıl arayacaksınız? Sustular, ama yine de bildiklerini okudular, grev yüzlerce gün sürdü, kördüğüm oldu, elbette çalışanların sayesinde, patron kazandı. Peki, destekleyip kazandırdıkları aday ne yaptı, sendikayı bitirdi, iktidara koşturup, yeni bir sendika kurmaya çabaladı. Asla şaşırmadım, dar gelirlinin acayip reflekslerine, buyurun buradan yakın diye söylendim sadece. Gerçekten yanıt bulamıyorum, biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar demişler, hani nerede bu kıyamet?

Hükümetin, memurlara iki sene için önerdiği zam, harbiden alay etmek değilse nedir? Mutfak yanıyor, kiralar yanıyor, zaruri tüm kalemler yanıyor, al sen şu harçlığı geçin birader, söyledim, hep söylüyorum, erk hata üstüne hata yapmayı alışkanlık haline çevirdi, muhalefet seyretse bile, dibi görecek, besbelli. Yine de bizler, maç gibi izlemeyelim, bilinçlenelim, örgütlenelim, yıktıklarını dikelim, yaktıklarını yeşertelim, ektiklerini biçelim. Bu büyük tahribatı onarmak seneler sürecek, bilelim.

Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü kazanan “Parazit” (Gisaengchung) filmi (hala gösterim tarihi belli değil), zengin ve yoksulları anlatıyor, fakir bir aile, tek tek varsıl bir ailenin güzelim evine ve onların hayatına sızıyor. Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho. “Cinayet Günlüğü”, “Ana”, “Yaratık”, “Kar Küreyici” ve “Okja” ile biz sinemaseverlerin kalbini zapt etmeyi başarabilmişti, şimdi Parazit ile ustalığını ilan etmiş, çıtasını hayli yükseltmiş. Fetiş aktörü Kang-Ho Song’un katkısıyla, kara mizah ile izah ediyor mevzuyu, kâh acıtarak, kâh kahkaha attırarak.

Aslında gerek Meksikalı dahi Alfonso Cuarón’un 214 ödüllük başyapıtı “Roma” olsun, gerek deneyimli Japon yönetmen Hirokazu Koreeda’nın “Arakçılar” (Manbiki kazoku) adlı filmi olsun, gerek de Lübnanlı oyuncu, senarist, yönetmen Nadine Labaki’nin etkileyici eseri Kefernahum olsun, Parazit ile benzer konuları dert edinmiş yapımlar, bunun altını çizelim. Diyeceğim o ki; son iki yılın akılda kalan tüm kalburüstü filmleri, yazının başından beri anlatmayı denediğimiz, büyük çatışmayı resmediyor, bir bakıma. Bu bizim ezeli gerçeğimiz, ondan kaçış yok ve sinema sanatı işte tam da bu yüzden var, bize dair öyküler için var. Ders almak filan büyük laf, öyle bir seçenek de mevcut değil zaten, olsaydı çoktan mezun olmuştuk. Niçin mi var? Hatırlamamız için elbet! Kanıksamak yerine anımsamak, uyutulmak yerine unutmamak, öyle önemli ve değerli ki. Bir bilseniz.