Ne zaman ölüm korkusu hakkında bir yazıya rastlasam, Ernst Bloch’un ‘İzler’deki sözleri gelir aklıma: “Her şey canlı olsaydı, etrafımızdaki hiçbir şey sürüp gidemezdi.” İnsanın ölüm korkusuyla baş edebilmek için yapıp ettiği olağanüstü güzel ve korkunç şeylerin listesi öyle uzun ki… Kıyamet sevicilik de bu uzun listeye eklenebilir, dini, felsefi, siyasi ve bilimsel kıyamet sevicilik…

Koronayla birlikte her tür kıyamet sevicilikte ve üretilen kıyamet teorisinde bir artış var, çünkü filmlerde gördüğümüz post apokaliptik sahnelerle kuşatılmış bir halde yaşıyoruz, özellikle sokağa çıkma yasağı da devreye girdiğinde…

İnsanlık tarihinde kıyamet seviciliğin iki ana yönü olduğunu görürüz; ya ateşli bir yıkım ya da yeniden doğuş fantezileri. Kıyamet seviciliğin bu denli yaygın oluşunu, çağımızda insanların ölüm korkusunu tümgüçlülük yanılsamasıyla daha yoğun bir biçimde bastırmasından kaynaklı ‘ya hep ya hiç’ akıl yürütüşüne benzeyen ya ‘şimdi’ ya da ‘hiçbir zaman’ yaklaşımını kendisine amaç olarak belirlemesiyle açıklayabiliriz belki. Gelecek güzel günler uğruna ‘şimdi’yi feda eden eski zaman insanlarından farklı bir psikosfer içinde yaşıyoruz çünkü.

Dünyanın sonundan şevkle bahsedenlerin de kendi içlerinde ikiye ayrıldıklarını görürüz: Gerçekte kendi ölüm korkularını ve haset duygularını yansıtan, kendi ölümlerinden sonra hayatın devam edecek oluşuna bilinçdışı bir biçimde katlanamayanlar ile bildiğimiz anlamdaki dünyanın yarattığı hayal kırıklığıyla baş edemeyip sonunu arzulayanlar. Birincisi hasetle fiziksel olarak dünyanın gerçek yok oluşunu, ikincisi de hayal kırıklığıyla fiziksel anlamından ziyade toplumsal açıdan bir sonu arzuluyordur sanki. Kıyameti, eski dini açıklamalarda bahsediliş biçiminden esinle de ele almak mümkün. İnsan ile dünyanın ilişkisini bir evlilik gibi düşünürsek, kıyamet sevici teorilerde bu evlilik, ya şiddetli bir ayrılık ve yok oluşla sonuçlanıyor, ya da insanla dünya arasında yeni bir flört başlangıcıyla…

Kıyamet seviciliğin dini ve bilimsel tezahürlerine bakınca, bu iki yaklaşımın ortaklaştığı bir nokta olduğunu da görürüz: Ahlak! İki yaklaşım da ahlaki bir dönüşümün kıyameti önleyebileceğini iddia eder, ahlaki çürümeye farklı anlamlar yükleyerek. Baudrillard’dan Derrida’ya pek çok düşünürün de derin kültürel tespitleri arasında kıyametvari düşüncelere rastlarız sık sık.

Özellikle bugünlerde koronayla ilgili pek çok kıyametvari düşünce dolaşıma girmiş durumda. Kıyamet seviciler ile yaklaşan sona dair uyarı yapanların benzer şeyler söyleseler de bulundukları noktalar, birbirlerine zıt. Kıyamet seviciler, milenyuma girerken bazı dini grupların toplu intiharlarında görüldüğü gibi teslim olmayı, diğer grup ise mücadele etmeyi öne çıkarıyor. Ama, bu iki yaklaşımın da ötesinde, bir karaduygululuğun, yani melankoli halinin düşünen herkesi içine aldığı da bir gerçek.

Bu melankoli hali, Lövy ve Sayre’nin ‘İsyan ve Melankoli’ adlı kitabında bahsettikleri gibi hayal gücünü harekete geçirerek bir ahlaki dönüşüme mi neden olacak, yoksa bir umursamazlık ve teslimiyete mi? Kıyamet düşüncesiyle melankoli arasındaki bağ öylesine güçlü ki… Belki başka bir yazının konusu olur. Lars von Trier, konusu kıyamet olan filminin adını boşuna ‘Melancholia’ koymadı. Gezegen olarak Dünya’nın sonu şimdilik gelmese de, üretim ilişkileri ve kültürel değerleriyle bildiğimiz dünyanın sonuna yaklaşıldığına dair çok işaret var.