Moda Sahnesi’nde, tutulamayan, sonu gelmeyen yası, insanın evrensel suçluluk duygusunu anlatan bir oyun… “Kıyı”yı izledikten sonra, soğuk havayı içime çeke çeke Kadıköy’de yürürken dokuz yaşındayken Lübnan İç Savaşı yüzünden ailesiyle Fransa’ya sonra da Kanada’ya göç eden Wilfrid’i düşünüyorum.

Babası ölünce, onun vasiyetini yerine getirmek için Lübnan’a geri dönen ve çıktığı bu yolculukta, başka yas hikâyeleriyle buluşarak yaşadığı acının toplumsal, hatta mitolojik kökenlerini keşfeden Wilfrid’i… Sadece yas da değildi anlatılan, savaşların nedenleri, sevgi ve nefretin kökeni ve insanın “baba”yla alıp veremediği pek çok şey. Wajdi Mouawad’ın yazdığı bu metni, Kemal Aydoğan, her zamanki gibi birbirinden güzel buluş ve yorumlarla sahneye koymuş.

Anlatılan ağır kederi, müzik ya da arada yapılan esprilerden ziyade, paylaşmak, paylaştırmak hafifletiyor, oyundaki karakterlerin acılarını birbirlerine anlatarak ortaklaşması gibi. Tutulan yas ve acı, bireysel değil toplumsal çünkü…

Erdoğan Özmen, “Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan” adlı kitabında şöyle yazmıştı: “Başkaları kendi acılarını, kayıpların, kederlerini, travmalarını dile getirdiğinde, bu, bizim için eşsiz bir dayanak olur; kendi kayıplarımızın yasını tutmak, kendi acımızı açığa vurmak için. Çünkü bize tanıdık gelen ve güven veren dünyada olduğumuz duygusu uyanır böylece içimizde: Farklı yaslar arasında herkesi iyileştiren ve teselli eden harikulade bir diyalog başlar.”

Oyun, tam da bu “harikulade diyalog” üzerine kurulu. Oyundaki her karakterin bir yas hikâyesi vardı ve bu hikâyeyi dile getirdiklerinde paylaştıklarında ruhsal özgürleşmenin de önü açılıyordu. Tutulan yas ve acı paylaşılamadığında, insanın iç dünyasında zulmedici “kötü nesne”ye dönüşebilir, umutsuzluğu derinleştiren, hayatı olumsuzlayan…

Psikoterapide yaşanan tam da böyle bir şey değil mi; insanların acılarını ve travmalarını, kendisini koşulsuz kabul eden ve empatik bir biçimde dinleyen psikoterapiste anlatmasının bile kendi başına iyileştirici bir etkisinin olması… Peki nasıl olur bu, psikoterapist nasıl Melanie Klein’ın tabiriyle “iyi nesne”ye dönüşür o insan için? İnsan, nihayetinde “ilişkisel” bir varlıktır, bağlantı ve ait olma ihtiyacı içinde. Erken ilişkilerdeki ya da sonradan yaşanan travmalarla ortaya çıkan hasarlar, sonraki ilişkisellikleri tahrip eder. Psikoterapist, ilişkisel örüntüleri yansıtarak ve yeniden yaratarak bağlantılar arar ve ortaya çıkan bu yeni ilişkisel yapılanmalar yeniden içselleştirilerek hasarlar onarılmaya çalışılır. Böylelikle kişi, takılıp kaldığı bağlardan kurtularak yeni ve daha zengin kişilerarası ilişkilere açık hale gelebilir.

Aslında Mouawad’ın “Kıyı”da yapmaya çalıştığı da böyle bir şey değil mi? Hayatının kontrolünü kaybetmiş ve kendi kaderinin pasif bir kurbanı olan Wilfrid’i, “öteki”lerle ilişkiye sokarak deneyimlerinin mağduru olmaktan çıkarıp müdahale eden bir “kahraman”a dönüştürmek. Wilfrid’in çocukluğundan itibaren yanında taşıdığı hayali kahraman Şövalye ve onunla vedalaşması da iç dünyasındaki iyi ve kötü nesnelerin birleştiğine işaret eder sanki. Klein’ın yazdığı gibi, iyi ve kötü nesnelerin birleşmesi, hayatı siyah ve beyaz olarak görmekten kurtularak hayatın olumlanması anlamına gelir. Hayatı olumlamadan, hayatı savunmak imkânsızdır çünkü, tüm acıların ve kayıpların anlamı ve değeri, o zaman yerli yerine oturur…

Wilfrid, Şövalye’yle vedalaşırken şöyle seslenir: “Bana öğrettiklerini çok iyi öğrendim. Özellikle de ölmeyi, en önemli dersi, ama şimdi yaşamak denen zorlu bir eğitim beni bekliyor…”