Gelmiş geçmiş en iyi şairlerden biri olan William Blake “Masumiyet Kehanetleri” adlı şiirinde şöyle der: “Görmek bir kum tanesinde bir dünya/Ve bir cennet bir yaban çiçeğinde/Tutmak sonsuzluğu avucunda/Ve ebediyeti bir saatin içinde/Kafese kapatılmış bir kızılgerdan/Boğar tüm Cennet’i öfkeye.” Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden çizip yolladığı kızılgerdana baktıkça bu şiir geliyor aklıma. Kırmızı yakasının üzerinden kendisini izleyenlere yan […]

Kızılgerdan

Gelmiş geçmiş en iyi şairlerden biri olan William Blake “Masumiyet Kehanetleri” adlı şiirinde şöyle der: “Görmek bir kum tanesinde bir dünya/Ve bir cennet bir yaban çiçeğinde/Tutmak sonsuzluğu avucunda/Ve ebediyeti bir saatin içinde/Kafese kapatılmış bir kızılgerdan/Boğar tüm Cennet’i öfkeye.”

Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden çizip yolladığı kızılgerdana baktıkça bu şiir geliyor aklıma. Kırmızı yakasının üzerinden kendisini izleyenlere yan yan bakan bu küçük kuş beni hem hüzünlendiriyor hem de umutlandırıyor.

Demirtaş neredeyse üç senedir cezaevinde. Bu kötü koşullara rağmen, siyasi varlığını devam ettirmeyi başardığı gibi, yazıp çizmeye de devam ediyor. Üretkenliğine ve yaratıcılığına hayran olmamak elde değil. Tutuklandığı günden bu yana çok sayıda çizim ve beste yapmakla kalmadı, iki tane de öykü kitabı yazdı. Bunlardan ikincisi olan “Devran,” geçtiğimiz Nisan ayında İletişim Yayınları tarafından basıldı.

“Devran”daki öyküler, içinde yaşadığımız toplumun vicdan yaralarına işaret ediyor. Hayatın kıyısında kalanların, Türkiye’nin gelişme ve ilerleme anlatısı içinde kendine yer bulamayanların, haksızlığa uğrayanların öyküleri bunlar. Şaşırtıcı olan şu ki, öykülere konu olan karakterlerin tümü masumiyetlerini korumayı başarıyorlar. Zorluklara ve acılara kimi sessiz bir dirençle karşılık veriyor, kimi ise düpedüz isyan ediyor. Ama yine de acılaşmıyor, umutlarını yitirmiyorlar.

Hâlbuki aralarında çocuklarını işkencede yitirenler, annelerini kot taşlama atölyesinin tozuna kurban verenler, sevdikleri kadını polis kordonu içinde gözden kaybedenler var. Utanç, öfke, yas duyuyorlar. Bazen kahroluyorlar, bazen her şeye yeni baştan başlıyorlar. Ama hepsini birbirine bağlayan o “temiz insan” hâli hiç değişmiyor. “Gün Olur Devran Döner” yaslı babası Hasan Sürgücü, “Sultan Reşat’ın Torunu”nun Ziraat Fakültesi mezunu işsiz kahramanı, “Direnmek Güzeldir”in cesur işçisi Sevtap, “ağız tadıyla bir melankoli bile yaşayamayan” Şeftren Kutbettin bunlardan sadece bazıları.

İlk bakışta bu kişilerin hiç birbirine benzemediğini düşünüyoruz. Öyküleri okuyup bitirdikten sonra üzerimizde kalan baskın duygu ise, bu ilk izlenimin çok yanıltıcı olduğunu gösteriyor. Bir türlü atanmadığı için fabrikada şoförlük yapmak zorunda kalan fizik öğretmeni, ekinlerini kurutan taş ocağının kapatılması için kaymakama ricacı olan köylüler; iş bulmak için Adana’ya giden mevsimlik işçiler; imam olmak niyetiyle yola çıkan ama hayatı pavyonda geçen Rasim Abalı; çocuğuna içirecek süt bulamadığı için kahırdan ölecek gibi olan Ferit ve diğerleri. Hepsi aynı güzel insanlığın başka başka yüzleri. Çoğu, mutlu olmayı, düze çıkmayı, hatta bazen hayatta kalmayı bile başaramıyorlar. Ama her biri daha iyi bir dünyanın ışığını taşıyor üzerinde.

Kitap bittiğinde, bütün bu karakterleri hep birlikte karşımıza dikilmiş görür gibi oluyoruz. Hepsi o kadar canlı, o kadar tanıdık ki! Fakat en sonunda, onların öyküler boyunca mağazaların vitrinlerine, otoparktaki arabalara, kıyıya vuran dalgalara dikilmiş düşünceli yüzleri birleşip tek bir yüz haline geliyor. Gözleri tek bir göz olup üzerimize çevriliyor.

İşte o zaman Demirtaş’ın bizi umut etmeye çağıran sesini bir kez daha duyuyoruz. Bütün bu kişiler, iyilik dolu bir kehanetin alametleri haline geliyor. Kendilerine ait olanı talep etmek için çıkıp gelmişler gibi sanki. Bir gelecek varsa, bu onların olmalı diye düşünüyoruz. Çaresizliklerine, yoksulluklarına; kahırdan, açlıktan, soğuktan uykusuz geçirdikleri gecelere rağmen – ya da tam da bu nedenle – onların olmalı. Ezilenlerin, zulme uğrayanların bir gün gelip adalete kavuşacağının işareti olarak alıyoruz bunu. Devran dönecek, diyoruz kendi kendimize, masumların yeryüzü cenneti sonunda gelecek.

Bunları düşünerek kitabı kapatıp bir kenara koyuyorum. Derken kapaktaki yüze gözüm ilişiyor. Zamanından önce büyümek zorunda kalmış birinin yüzü bu. Bir delikanlının yüzü. Öykülerdeki hayatlar gibi yarım kalmış. Kimin yüzü olduğuna karar veremiyorum. İnsan kalabilmek için ne yapmak gerektiğini düşünen Cemşid’in mi? Evinin üzerine yapılan AVM’de çalışmak zorunda kalan Serhat’ın mı? Yoksa hayatının baharında işkencede ölen Devran’ın mı? Belki hiçbirinin. Belki hepsinin.

Demirtaş’ın becerisi de bu olsa gerek: Bütün bu hayatları tek bir büyük hikâyede, bütün yüzleri tek bir yüzde birleştirebilmek. Daha da önemlisi, koşullar ne kadar zor olursa olsun, umudu hiç yitirmemek. Tıpkı Blake’in dediği gibi, bir kum tanesinde bir dünya, bir yaban çiçeğinde bir cennet görebilmek.

Kızılgerdanlara gelince, aslına bakarsanız, bu konuda çok da endişeli değilim. Herkes bilir ki, onları kafese kapatmak olanaksızdır. Bayağı mucizevi hayvanlardır çünkü. Küçük bedenlerine rağmen cesur, zeki ve dirençlidirler. Gittikleri her yere neşe ve bereket getirirler. Tanrı’nın kuşları derler hatta.

Onun içindir ki, özgürlüklerini ellerinden almak mümkün değildir. Kendi cennetlerini yanlarında taşırlar.