Dünyanın en güzel, insanlığın en eski klişesini hatırlamakla başlayabiliriz. Yani yeniden bakarak birbirimize. Gözlerimizi kaçırmadan. Kolaya, ucuza, sahteliğe kaçmadan

Klişe

Semiha DURAK

Yıllarca ezberlemeye çalıştığımız bütün o ülke isimleri, başkentler... Aslında hiçbiri gerçek değil. Sınırlar, pasaportlar, vize başvuruları... Hepsi uydurduğumuz bir oyun sadece. Gerçekte tek bir ülke ve tek bir sınır var yeryüzünde. Kapitalizm adındaki bir ülkenin içinde, yekpare bir sınırla birbirinden ayrılmış iki uzak mahallenin sakinleriyiz biz. Bu yorgun çağın yalnızlaştıkça kalabalıklaşan, kalabalıklaştıkça yalnızlaşan insanları… Yüzelli yıldır anlatılan hikâyesini tanıyamayacak kadar kendine yabancılaşan... Uçurumlar boyu ayrı düşmüşüz birbirimizle ve kendimizle. Bu da, öyle bir çağ işte. Postkapitalizm adını veriyor konunun uzmanları. “Kapitalizmden de çirkin, ondan daha kötücül, daha vahşi” diyorlar. Felaket senaryoları geliyor peş peşe.

AYRI MAHALLELERDE AYNI DİL

Gittikçe derinleşiyor... Uçurum, kriz, mesafe… Yine de tuhaf olan şey, bizi uzak düşüren ne varsa sonra yakınlaştırabiliyor da bir şekilde. Ayrı mahallelerde aynı dili konuşuyoruz. Üç dört kelime de yetiyor zaten günlük iletişime. Delta, Omikron derken tüm Yunan alfabesini öğreneceğiz gibi görünüyor. Pandeminin bize kattığı tek pozitif derinlik de bu herhalde.

Varyantlar, varyeteler içinde hayatta kalma telaşıyla geçiyor 'işler ve günler.' Oysa "sadece hayatta kalmak değil, insan kalabilmek gerekliliği" ana fikrini veriyor distopyalar bile. Her distopyanın içinde, bulunmayı bekleyen bir ütopya gizlidir neticede.

Her şey sonsuz bir hızla değişiyor. Yönümüzü ararken kaçıp gidiyor, bulmamız gereken bütün gizler, keşfetmemiz için bırakılan izler. Hayat, zaman, tarih yanımızdan akıp gidiyor. Bir bakıyoruz ülkenin adı değişmeye başlamış, biz değişimi anlamaya, değişimin hangi mahallenin işine yarayacağını anlayana kadar. Kapitalizm de öldü, postkapitalizm de; artık tekno-feodalizm var, diyor konunun uzmanları. Tanrısal bir refleksle sanki, yok edebilmek için yaratan, toplasan sayıları yirmiyi geçmeyen ama tüm yeryüzünü kaplayan oligarklar ve onlarla aynı mahallede olmakla övünen küstah bürokratlar... Bu çağın feodelleri, derebeyleri, efendileri. "Her şey değişmeli ki aynı kalsın, hep bizim kalsın" mottosuyla değişimi, dönüşümü kontrollü yöneten iktidarlar. Kendileri dışındaki her şeyi yok etme pahasına makineler, buluşlar yaptıran yeni çağ patronları: Tekno-feodaller.

Karşı mahallede ise biz... Bütün çağların ötekileri, her daim diğerleri... Makineleri üreten işçiler, o buluşları yapan emekçiler, açlıktan ekmek çalan sefiller, "ekmeğin yanında gül de olsa" diyen romantikler. Yüzmeyi nehirde öğrenen devrimciler. Yan yana duruyoruz. Ama tanımıyoruz birbirimizi.
Mark Fisher, Postcapitalist Desire (Postkapitalist Arzu) adı altında, ölümünden sonra derlenip yayımlanan ders notlarında, 70'lerden bu yana güçlenen neoliberalizmin sınıfları, daha doğrusu sınıf bilincini başarıyla yok ettiğini, bunun da büyük ölçüde "böl-yönet" politikasıyla kimlik siyaseti ön plana çıkarılarak sağlandığını anlatıyor. Kimlik mücadelesinin daha az önemli olduğunu söylemiyor elbette. Ama "sınıf bilinci silindiğinde oluşan boşlukla resim tamamlanamıyor, hep eksik kalıyor ve kimlikler arasında körüklenen küskünlük, dayanışmanın önündeki en büyük engel olarak yükseliyor" diyor.

KAHRAMANLAR ARAMIZDA

Birbiriyle bağ kuramayan farklı kimlikler olarak, birbirimize dokunamayacak kadar uzaktaymış yanılsamasının içinde, aynı mahallede olduğumuzu hatırlamıyoruz bile. Acılarımızın da, düşlerimizin de sınırlarla çizilemeyecek kadar evrensel olduğunu, tüm yeryüzünü kapladığını unutmuşuz. Ses çıkaramayacak kadar çelimsiz sanıyoruz varlığımızı.

"Sesinin duyulmaması, susmak için bir neden olamaz" diyor Victor Hugo, "herkes için yazdım" dediği Sefiller romanında. 19. Yüzyıl’dan sonsuzluğa yazılmış upuzun bir şiire benziyor Sefiller. Kahramanları hâlâ aramızda yaşıyor. Farkında olmasak da oö nlarla aynı acıları, aynı çığlıkları paylaşıyoruz. Romanın satır aralarına gizlenmiş ortak düşler sarıyor yaralarımızı. Daha iyi bir dünyanın şarkılarını fısıldıyor hiç durmadan ve barikatlar kuruyor hiç aldırmadan yıkılmalarına. Romanın kendisi de, tıpkı içindeki barikatlar gibi, yeryüzünün bütün yoksullarının, ezilenlerinin zaferine inanan bir etik üzerine kurulu. Victor Hugo içinden geçtiği devrimci dönemin büyüsüyle, metaforlarla örülü mikrokozmik bir resim, bir minyatür çiziyor, Her şeyi anlatıyor bize. Sefiller bir dönem romanı olsa da, Hugo'nun nakış gibi her satırına işlediği sonsuzluk duygusu ve evrensellikle tüm kara parçalarında ve tarihin her durağında nefesini tutup bekleyen devrimci ruhlu iyimserlere ve isyankâr sefillere ilham vermeye devam ediyor.

Şimdi tam da böyle bir andayız. Tarihin durduğu, hakikatin kaybolduğu bir zamanda. Bir yandan müthiş bir hızla, zehir gibi bir çılgınlıkta akıyormuş gibi geçiyor zaman. Ama 19. Yüzyıl atmosferi içinde sıkışıp kalmış boğuk, puslu bir replikadan öte değil yaşadığımız. Yoksulluğun, açlığın, eşitsizliğin ve haksızlığın sokakta battaniyelere sarınmış oturduğunu, önünden geçerken başımızı çevirsek bile orada olduğunu biliyoruz. Ya kendimiz de sokakta, battaniyeler içinde sarınıp oturmak zorunda kalırsak bir gün? Bu ihtimal öylesine korkutuyor ki, kaçıyoruz ekmek çalan ve mahkûm edilen o çaresiz yoksulluktan; hiç bakmadan uzaklaşıyoruz, göz teması bile kurmadan.

BAKIŞMANIN GÜCÜ

Artık çok az insanın birbirine baktığını söylüyor Victor Hugo da. Yine Sefiller romanında. "Oysa sevgi sadece bu şekilde başlar" diyor, sadece bir bakışla. Bakışmanın gücünün aşk hikâyelerinde çokça anlatılıp klişeye dönüşmesinden, inandırıcılığını yitirmesinden dert yanıyor sonra. Antropologlara göre de bakış, bakışmak önemli. İnsanların gözlerinin birbirleriyle iletişim ve işbirliği kurmalarını sağlayacak şekilde evrimleştiğini söylüyorlar.

Hugo bakışın, bakışmanın gücüne olan inancın yitirildiği, klişeye dönüştüğü konusunda haklı olabilir. Ama insanların birbirine artık daha az bakıyor olmasının asıl nedeni, bu çağın insanının kimliğine yapışıp varlığının bir parçası haline gelen güvensizlik duygusunun farklı tonları. Kendine, en yakınındakine, karşısındakine, düzene, geleceğe güvensizlik... Başkasıyla yakınlaşmak, bağ kurmak son derece tehlikeli şimdilerde. Distopyaya sürüklendiğimizi düşünürken ruhlarımızı ve bedenlerimizi kapatıyor; varlığımızı hayatta kalma moduna alıyoruz. Gözlerimize inen perdelerle yönümüzü kaybediyor; insandan, hayattan ve hakikatten uzaklaşıyoruz. Mark Fisher'ın dediği gibi, "dünyanın sonu, kapitalizmin sonundan daha gerçekçi bir hayalmiş gibi geliyor bize." Sona yaklaştığımızı düşünürken gözlerimizi sımsıkı kapatmış bekliyoruz, hiç kıpırdamadan. Nefes aldığımıza şükrediyoruz çoğu zaman.

Oysa "sadece hayatta kalmak değil, insan kalabilmek gerekliliği" ana fikrini veriyor distopyalar bile. Ancak böyle bulunuyor keşfedilmeyi bekleyen ütopyalar. İnsan kalabilmekle… Dünyanın en güzel, insanlığın en eski klişesini hatırlamakla başlayabiliriz. Yani yeniden bakarak birbirimize. Gözlerimizi kaçırmadan. Kolaya, ucuza, sahteliğe kaçmadan. Klişe dediğimiz şey de ne kadar kötü olabilir? Distopik ve apokaliptik bir dünyada, kalabalıklar içinde yapayalnız kalmaktan daha korkunç olamaz ya.