Klişelerde  boğulan takım

İzlanda-Türkiye maçı öyle bir havada oynandı ki, ardından hangi klişe yoruma başvursanız haklı çıkacağınız bir ortam mevcut. Ülke futbolunun duran top zaafı mı, yurtdışına gönderdiği oyuncu sayısı mı, nüfus/yetenekli futbolcu oranı mı, yabancı sınırı mı ne ararsanız var. Takvimler 2014’ü gösterirken hâlâ bu tür klişelerde boğuluyorsanız zaten treni çoktan kaçırmışsınız demektir.

Ulusal takımlar bazında son 6 turnuvanın 1’ine gidip orada da turnuvanın Sinderellasını oynarsanız, sadece FIFA Dünya Sıralaması’ndaki yeriniz veya dünya futbolundaki isminiz zarar görmüyor. Bu tür büyük turnuvalar sırasında yaşanan değişimlerden uzak kalıyor, futbolcularınızı ve daha da önemlisi teknik adamlarınızı, bu değişimi ya da bu köşede sıkça kullandığımız ifadeyle, futbolun evrimleşme sürecini seyirci olarak izlemeye mahkûm ediyorsunuz. Belki İzlanda o turnuvaların hiçbirine gidememişti, ama bizatihi ileriye doğru adımlar atan bir takımdı. Onlar böyle bir ivme yakalamışken, biz 6 senedir “neydi o Semih Şentürk’ün Hırvatlara golü”nde kalıyorsak, salı akşamı sahada, taktik ve diziliş bir yana, bu 2 temel taşı tamamlayan yan etkenlerdeki büyük zaafımıza da çok şaşırmamalıyız.

İzlanda, futbol kültürümüzde eksik olan veya hiç olmayan her şeyi iyi yaptı maç boyunca. Oyun disiplininden kopmadılar, topu ayağına alan her İzlandalı’nın etrafında en az 2 takım arkadaşı hazır bekliyordu, mücadeleyi hiç bırakmadılar, kapasitelerinin bilincine vararak oynadılar ve en önemlisi de pas ve şut seçimlerinin hemen hepsi hem yönüne hem zamanına doğru karar verilmiş seçimlerdi.

İzlanda’da 2 gün önce sahaya çıkan 14 oyuncunun tümü yurtdışında oynuyordu ve bunların 5’i İtalya ve İngiltere’de, 1’i de son 4 sezonun Hollanda şampiyonunda forma giyiyordu. Bunu klasik “yurtdışına ihraç edilen oyuncu sayısı” tezine bağlamak istemiyorum, ama bu tür üst düzey futbol ülkelerinde forma giyen oyuncu sayısını artırdığınızda, zorluk derecesi yüksek ve maç içi değişimlerin sıkça yaşandığı mücadelelerin gidişine göre kendisini ayarlayabilen oyuncuların sayısını da artırıyorsunuz. İzlanda hocası Lars Lagerback, rakibin 10 kişi kaldığı anlarda bile oyuna çok müdahale etmeye, hatta saha kenarına gelmeye bile gerek duymadı. Oyuncuları, bu tür durumlarda neyi farklı yapmalarının gerektiğini bilmeniz gereken, yüksek oyun zekasının gerekli olduğu ülkelerde forma giyiyorlardı. Bizde ise o sırada, bu sınıfa giren 2 oyuncu sahadaydı ve birisi oyundan atılmıştı. Tabii üst düzey oyuncular, 19 yaşındaki gençlere hazırlık maçında gol atınca, 20 yaşında Dünya Kupası gol kralı olmuş Thomas Müller muamelesi gösterilerek yetiştirilmiyor. Ozan Tufan’ın nereye geleceğini veya getirileceğini göreceğiz.

BIRAKIN DA ADAM RAHAT UYUSUN
Hafta sonunda “Süleyman Seba Sezonu”na dönüyoruz. Tribünlerin, tüpgaz soluyanların son icatlarından Passolig uygulaması ile bomboş kaldığı, neresi doğru diye düşündüğümüz deve misali, sözüm ona Soma anısına oynanan bir süper kupaya sahip, futbolcularının taraftarlarca (ve birbirleri tarafından) fiziksel şiddete uğradığı, zemini defolu, futbol sahası Volkanlı Melolu bu sezona (geçen sezon çok mu farklıydı sanki) ülke futbol tarihinin en saygı duyulan, en fazla örnek alınması gereken insanlarından birisinin adını vermek, Seba’nın anısına saygı değil saygısızlıktır. Ben size işin aslını söyleyeyim, Yıldırım Demirören, sponsorluk imza törenlerinde “centilmenlik, sportmenlik, rakibe saygı gibi kaybolmaya yüz tutan erdemleri tekrar yaşatmaya başladık” masallarını anlatadursun, sağlayamadığı disiplin ve saygı ortamı için düpedüz (ruhu şad olsun) toprağın altındaki Seba’dan medet umuyor.