Düz ovalardan geçiyoruz. Adeta güneşi içine çekmiş ve rengi bu sebeple kırmızıya dönmüş topraklardan

Düz ovalardan geçiyoruz. Adeta güneşi içine çekmiş ve rengi bu sebeple kırmızıya dönmüş topraklardan. Üzerindeki her varlık kıpırdadıkça bir toz bulutu yükseliyor ve gözünüzün önünde akıp giden manzarayı adeta sepya bir fotoğrafa dönüştürüyor. Bu sepya fotoğrafın hemen arkasında ise savaş var.

Türkiyeli çeşitli partilerin siyasi gruplarının temsilcilerinin oluşturduğu kalabalık bir heyetiz. 25 kilometrelik bir sınır boyunu kat ediyoruz. Sınır aslında binlerce yıldır aynı yerde yaşayan o toprakların yerli halkının arasına bıçakla keser gibi bir çizgi çekmiş. Demiş ki bundan sonra siz ayrısınız. Öyle ki kimi köyler ikiye bölünmüş, aileler akrabalar iki sınırın iki yanında kalmış. İki yanda iki kesik. İki yanda iki sızlayan yara. İşte bu anlamsız sınır boyunca oluşturulmuş beş ya da altı nöbet noktasından bahsediyoruz. Tüm nöbet noktalarının karşısında YPG’nin elinde olan köyler var. Biri hariç. Yalnız Alizer köyünün karşısındaki köy IŞİD’in (oradakilerin deyişiyle DAİŞ) elinde. Bölgenin diğer kentlerinden, köylerinden ve İstanbul’dan, İzmir’den gelen binlerce insan bu noktalara dağılmış nöbet tutuyorlar. Bu nöbet IŞİD’cilerin buralardan sızmasını engellemeye yönelik. Zira, tanıkların ifadelerine göre devlet, sınırı her iki yakada da yaşayan buranın yerli halkına karşı gazla, zorla, şiddetle ‘korurken’, IŞİD katilleri karşısında aynı tutumu sürdürmüyor; adeta şefkatle davranıyor. Bu nöbet noktalarını ziyaret ediyoruz. Arkasından Mürşitpınar sınır kapısına doğru gidiyoruz. Dikenli teller ve mayınlı bölgenin ardında Kobane’yi görüyoruz. Üç tarafından katil sürülerince sarılmış, dördüncü tarafı Türkiye sınırı olan ve bizim orada olduğumuz sırada iki haftadır direnmekte bulunan kent. Ortadoğu’da mezhep, din, cinsiyet, millet, ırk üzerinden yürütülegelmiş, yönetilegelmiş egemenlerin düzenine bir meydan okumanın kısa bir özeti. Uzun sayılmayacak bekleyişin ardından Kobane’ye geçiyoruz sınır kapısından. Kapının diğer yanında güler yüzlü, kadınlı erkekli, ellerinde silahlarla bizi karşılayan genç yaşlı insanlar var. Genç kadınlar morlu allı yazmalarını takmışlar, yahut saçlarını yukarıda toplamışlar. Tüfeklerini omuzlarından çaprazlamışlar, az sonra gireceğimiz binayı koruyorlar. Enver Müslim, bakanlar ve PYD Eş Başkanı Asya Abdullah. Sanki yıllardır görüşmemiş yakın arkadaşlar gibiyiz. Asya Abdullah’ın gözlerinin içi gülüyor. Türkiye’nin batı yakasından gelen heyetin üyelerini memnuniyet ve coşkuyla kucaklıyor. Enver Müslim de Asya Abdullah da silahlarını bırakıp bizi karşılamaya gelmiş bakanlar da, hepsi olağanüstü bir mütevazilikle adete bir görevi yerine getirmenin iç huzuruyla anlatıyorlar direnişlerini. Ne eksik ne fazla. Onları meşgul etmekten adeta utanıyoruz. Talepleri çok net. Kendini savunabilmeleri için gerekli olanı istiyorlar. Ellerindeki hafif silahlarla, IŞİD’in Irak ordusundan ele geçirdiği tank ve toplara karşı koymak çok zor. Öz savunmalarını gerçekleştirmek için bu ağır silahları alt edecek silahlara ihtiyaçları var. Bunun gerçek hayatta ne anlama geldiğini şöyle anlatayım: Şu durumda, Kobane’ye doğru yaklaşan bir tankı alt etmek için, birliklerinden bir ekip ayrılıyor. Tanka patlayıcı yerleştirecek kadar yaklaşıyor. Ve hepsi ölüyor. Feda eylemi diyorlar. Her biri bir annenin babanın oğlu kızı olan bu çocuklar, ölüme gidiyorlar. Bile bile. Bu çocukların o tankları topları durdurması, kendini savunması için silaha ihtiyaçları var. Bunun için Rojava’nın tanınması, silah satın almalarına yönelik blokajın kalkması gerekiyor. Kobane’ye gelecek olanlar? Benim cevaplardan anladığım bayrak sallamaktan ziyade kendini savunma, orada bulunanları savunma konusunda en azından temel eğitimleri olsa iyi olacak. Zira cephedekilerin bir de onları korumak için cepheyi bırakıp kente gelmeleri pek akıl kârı değil.

Hava bombardımanı? Orada olduğumuz süre içinde yapılan bombardımanın YPG’ye bir faydası olmadığını söylüyorlar. Vurulan yerler ya buraya çok uzak ya da IŞİD hedefleri değil. Ve Kobane’ye doğru yaklaşan açık ve görünür tehlikeye bir etkisi yok. Gece IŞİD’in elinde bulunan köyün karşısında, Alizer’de sabahlıyoruz. Beş yüz metre ilerimizde saat on gibi top ve tank atışı başlıyor IŞİD tarafından. YPG hafif silahlarla cevap veriyor. Sabaha doğru top seslerinin hafifleyip uzaklaşmasından, hafif silah seslerinin onların yerini almasından YPG’nin köyü aldığına hükmediyoruz. Ancak, onlarca otobüsle çeşitli köylerden kasabalardan buraya sabaha karşı ulaşmış bulunan yüzlerce kişinin oluşturduğu topluluktan biri önce Kürtçe açıklıyor olup biteni. Kürtçe bilmediğimi Kürtçe söylememe epey güldükten sonra, bu kez Türkçe olarak gündüzleri ağır silahları olduğu için üstünlüğün IŞİD’in eline geçeceğini söylüyor. Çatışma sırasında yaralanan 3 savaşçı hastaneye kaldırılmış. Kadın yoldaşın kolu gitmiş diyorlar (daha sonra üçünün de hayatını kaybettiğini duyacağız). Yıldızlı bir gökyüzünün altındayız. Adeta güneşin ve toprağın arasında kalmaktan yüzlerinin çizgileri derinleşmiş, yüzleri toprak yerine çatlamış, kavrulmuş, kararmış, sadece gözden ibaret kalmış bu insanları dinliyorum. O insanlar ki başka yerlerdeki insanların hayal edemeyeceği bir yoksulluk içinde yaşıyorlar. Onları gecenin bir yarısı evlerinden kaldırıp buraya getiren iradeyi, sebebi buluyorum söz aralarında. Sonra hep birlikte buraya isabet edecek bir top mermisiyle ölmenin o kadar da kötü olmayacağına karar veriyoruz. En kötüsü IŞİD’in eline geçmek diye tekrarlıyoruz hepimiz. En kötüsü. Birbirimizin yüzüne bakıyoruz. “Serkeftin!” diyoruz. Bildiğimiz tüm duaları okur, bir dilek diler gibi tekrarlıyoruz: 

“Kobane düşmeyecek!”