Ali Koç ile Ekrem İmamoğlu ortak hareket edecek bir çıkar kurgusuna sahip. Yani, büyük resme baktığımız zaman, iş dönüp dolaşıp siyasi ve ekonomik kurgunun yönetilmesine geldiğinde aslında farkları yok.

Koç, İmamoğlu ve diaspora

Kapitalist kurgu içinde sektör olarak asıl alanları futbol olmayan uluslararası sermaye, futbolu sektör haline getirerek kontrolünü elinde tutmaya başlamasıyla sağlanan finans girdisinin büyüklüğü, futbolu kıtalarda ve ülkelerde farklılaştırmaya başlattı.

Futbolun sadakat etkisiyle pazarlanan ürün haline gelmesi, çabuk ve seri biçimde kitleleri etkisi altına alma özelliği ve etkileşim aracı medyanın bu alandaki gücü birleştiği zaman, haliyle finansal anlaşmalarının etkili olmasını sağladı. Futbolun tüm hedef kitleleri içinde barındırması ve manipülasyona açık bir alan olması nedeniyle, medyanın spor-futbol alanında etkin bir pazarlama aracı oldu. Uluslararası sermayenin yayın haklarını alması, endüstriyel anlamda futbolu ve sporu sektör haline getirdi. Finansman girdilerinin büyüklüğü sayesinde, futbolun ticari alanındaki anahtar faktör olan medya, spor kültür kurgusu içinde etkili büyük bir alan buldu.

Medyanın ulusal ve ulus ötesi sermayenin eline geçerek bir yaptırım gücü haline gelmesiyle birlikte, küresel yapılanma içindeki kuvveti siyasette, ekonomide, sanatta olduğu gibi sporda da özellikle futbolu medya üretim unsurlarını alınan ve satılan bir mal haline getirilmesiyle, yaratan ve dağıtanlarla birlikte bütünleşerek, sürecin kültür kapitalizmine ve kültür emperyalizme indirgenmesine neden oldu. Diğer tüm alanlarda olduğu gibi futbol ve medya ilişkisi, futbolun sosyal ve ekonomik özerkliğini azaltarak, medyanın ve siyasetin müdahil olmasına olanak vermiştir.

Ve siyasi kurgu, her alanda olduğu gibi medya içindeki tetikçileri sayesinde bu fırsatı kaçırmayarak, kitleleri konsolide edecek bu alanı kendi çıkarı doğrultusunda manipüle ederek, kendine yeni bir propaganda alanı açtı. Futbol iradesi kaybederek hizmetkâr haline getirildi. Her ne kadar kuralları 19. yüzyılda belli olan kurguya sahip olsa bile, her an müdahaleye açık pozisyonda tutulmakta.

ÇIKARLARI ORTAK

İşte bu noktada süreci ekonomi-siyaset ilişkisi üzerinde ele aldığımızda, aslında sayın Ali Koç ile sayın Ekrem İmamoğlu’nun ortak hareket edecek bir çıkar kurgusuna sahip olduklarını görürüz. Yani, büyük resme baktığımız zaman, iş dönüp dolaşıp siyasi ve ekonomik kurgunun yönetilmesine geldiğinde aslında farklarının olmadığı da ortaya çıkmakta.

Sayın İmamoğlu’nun çok başarılı bir belediye başkanı olmasına rağmen, Karadeniz gezisindeki verdiği siyasi mesajlar bu sistemin devamlılığından yana olduğundan pek panik yapacak bir şey yok aslında. Ki Ali Koç da memnun oldu.

Ama, siyaseti ve sporu kullanma şeklinin ülkelerdeki kültür kodlarınca belirlenmesinin ortaya çıkardığı ifade şeklindeki farklılıklar, bizi ayrıştıran temel öğe olmaktadır. Sosyal alan içindeki tüm kurumsal etkileşimi ve iletişim şekillerini belirleyen ve bize ait olan feodal bakış açısı, futbolu da kullanılan araç haline getirdiği zaman, ortaya alt kültür başlıkları içinde farklılaşmalar çıkmakta.

YA DEMOKRATSIN YA DEĞİL

Sayın İmamoğlu’nun “Ben çiftçi çocuğuyum” demesi, işte tam bu noktada kendini ifade etmekte. Belki anlık belki değil ama kriz yönetme zafiyetinin ortaya çıkmasıyla, feodal anlamda mazlumu oynama zorunluluğunu belirince, bize ait olan bu farklılık net olarak görünmektedir. Tıpkı “Ben en demokrat Karadeniz siyasetçisi olacağım” demesi gibi. Halbuki bir insan ya demokrattır ya değil.

Kendi aile içindeki burjuvazi kültürü içerisinde yetişmiş olan Ali Koç, eleştirilen seyirci manipülasyonu dahil bu konuda daha net tavır ortay koydu. Fenerbahçe başkanı kimliğini hiç kaybetmeden olayları yorumlarken, haklı olarak takımını ve camiasını koruma duygusu çerçevesinde söylemlerde bulundu. Kravat yorumu da bunun bir parçasıydı. Fakat ne hikmetse sayın İmamoğlu bu olayı tekrar farklılaştırarak bu alanı terk ederek süreci Koç ailesine çevirirken siyasetçi kimliğini net ortaya koydu.

Aynı bayramlaşma isteği çerçevesinde Karadeniz gezisine çıkarken bir siyasi kimlik ve aday kimliğini ortaya koyarak birçok yere mesaj vermesi gibi… Belki de bu bir siyasi stratejidir.

Futbol, kapitalist sistem içinde meta haline gelirken endüstriyel bakış açısı çerçevesinde kullanılma şekli ülkeden ülkeye farklılık gösterir.

İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya ve Almanya’da bu sektörü kullanım şekli ile bakış açısındaki kültür birikimi bizim gibi az gelişmişlik sendromu içinde yaşayan feodal toplumlardaki kültürel içeriği ve bakış açısı farlılık gösterir.

Futbolun bu beş ülkede sektörel bir yapıya dönüşmesine rağmen, spor alanı içinde amaç olarak değer görmektedir. Biz de ise, çıkar odaklı bir yaşamın etkisiyle ve sitemin sınırları her alanda bir sömürü mekanizması içerisinde her şeyi araçsallaştırarak kullanması, bakış açımızı ve bunun sonucunda oluşan tepkileri farklı bir sürece everilmesine neden olmakta.

İşte sorun burada başlamakta…

Siyasetin bu mekanizma içerisinde sporu özellikle futbolu kullanmak istemesi ve bunu bir propaganda aracı haline getirmesi beraberinde dışa açık müdahalesinde oluşmasına neden olmakta.

Bu dış müdahalenin etki sınırlarını da tekrar belirleyen mevcut siyasi kurum olduğu için de bu kısır döngü bir açmazı da beraberinde getirmekte. Bir çemberin içine sıkışıp kalmış durumdayız.

Futbolun araç haline getirilerek siyasetin ve sermayenin bir propaganda alanı haline gelmesi neticesinde, haliyle saha içi mücadelenin etkisi kırıldığından, her birim saha dışı mücadele etkisine odaklanır. Bunun temelinde feodal ilişkiler içerisindeki alt başlıklar ve çıkar ilişkileri yatar.

Bu ilişki konsepti taktir edersiniz ki sadece futbol için geçerli değil. Her türlü siyasi, ekonomik, sosyal ilişkiler içerisinde de aynı metotlar geçerlilik kazanır.

Bizim gibi ülkelerde feodal kültürün dayattığı en kuvvetli alt başlık ise ‘hemşericilik’ olur.

Futbolda, İstanbul’daki üç büyük takımın, siyasi alanda da ülkenin baş edemeyeceği en kuvvetli feodal tepkime de bu olmakta.

O yüzden Karadeniz diasporası etkili ve kuvvetli erişim ağına sahip olmakta ve kurduğu hemşericilik dernekleri, iktidarın sağladığı ayrıcalıklar üzerinden farklı şehirlerde örgütlenerek gücünü konsolide etmektedir.

Bu hemşericilik üzerine kurulan derneklere sosyolojik açıdan bakıldığında, cemiyetten ziyade içerisinde tek kimlik üzerinden milliyetçi ve muhafazakâr davranış kodlarını barındırdığı için bir cemaat olarak değerlendirmek gerekir.

Bu yapılanma içerisinde yer alan her birey, sahip olduğu kimliğe karşı sadakat duygusunun zaman zaman ‘ultra-milliyetçilik’ etkilerine ulaşacak kadar yüksek olmasından dolayı, asıl görevi ve sorumluluğu ne olursa olsun bu tip yapılanma içinde mensup olduğu kimliğin çıkarlarını her şeyin üstünde tutar.

BJK Mali Genel Kurulundaki Divan Başkanı Engin Baltacı’nın, Fenerbahçe Stadyumunda Şenol Güneş’in ve Uğur Dündar ile buluşmasında Ekrem İmamoğlu’nun takmış oldukları bordo mavi kravatın altında yatan gerekçe de budur.

BJK Başkanının ‘Beşiktaşspor’ açıklamalarının ve taraftar ile Trabzonspor üzerinden tartışıp aşırı tepki göstererek duygusal boşluğa düşmesinin altında yatan gerekçe de budur.

Ülkenin mevcut siyasi kurgusu içinde, iktidarın kendi sermaye gurubunu oluşturmadaki çabası neticesinde, yapmış olduğu sermaye aktarımının kimlere yapıldığına ve yapılan işler ile işlem hacimlerini, maliyetler ile kar marjlarını karşılaştırıldığında, ortay çıkan manzara hiç iç açıcı olmadığı gibi, daha çok bölgesel bir kimlik üzerinden sermaye aktarımının olduğunu görmekteyiz.

Bu, hem rekabet kurgusu içindeki eşitlik ilkesini bertaraf ederken, sınıfsal ve hukuki açıdan da birtakım imtiyazların ve ayrıcalıkların bu bölge sermayesine aktarıldığını görmekteyiz. Bu kabul edilebilecek şey değil.

İşte bu ayrıcalıklar neticesinde Trabzon ve Rize grubunun oluşturduğu Karadeniz diasporası, siyasi ve ekonomik ayrıcalıklardan sonra, özellikle TFF üzerinden futbolu da yönetme ayrıcalığına sahip olmak istemektedir. Hazır güç elimizde diyerek…

Bu sadece Ali Koç’u ilgilendiren bir durum değildir. Sorunun sonuçları tüm ülkeyi ilgilendireceğinden, sağ duyulu Trabzonlu ve Rizeliler dahil olmak üzere bir ortak akıl etrafında-tepkiden ziyade bir strateji belirlenerek sürecin hukuki değerler üzerinden yönetilmesi ve rekabet eşitliğinin sağlanmasına ciddi şekilde çaba gösterilmesi gerekmekte.