Ne zaman bir öğrenciyle karşılaşsa öğrencilik dönemlerine övgüler yağdıran insanlar vardır.

Ne zaman bir öğrenciyle karşılaşsa öğrencilik dönemlerine övgüler yağdıran insanlar vardır. Eminim bu, o dönemlerin hoş ve başıboş anılarının kalplerinde bıraktıkları tadı unutamadıklarındandır. Ilık, tuzlu ve hormonsuz ege akşamlarının yüzümde bıraktığı gülümsemeyi görürüm yüzlerinde. Hüzüne bulaşmış bir mutluluk , bir özlem... Ne zamandır su yüzüne çıkmamış mutlu hatıraların bugün hüzne dönüşmesi kaçınılmazdır. İçinde ilk aşkın sarhoşluğu, ilk defa sevilen bir kişi tarafindan kırılan kalbin çocuk küskünlüğü, hayalkırıklığı, ne yapacağını bilemezliği ve kaderini bir başkasının ellerine bırakma saflığı… Aylarca süren tatiller, bıkmadan hergün aynı yemekleri yemeler, bazen üşenildiği için aç kalmalar, geç yatıp geç kalkmalar ya da hiç uyumadan bir sonraki günün ortasında şişmiş gözlerle dolanmalar, önceden haber verilmeden çalınan, kimin geldiğini bilmeden açılan kapılar, ders notlarının çay bardaklarına ya da bira şişelerine ‘altlık’ olması, ayın sonunu nasıl getireceğini bilememek ama dert etmemek, on kişi bir evde yüksek ses müzikle kötü şaraplar içmek, komşunun rahatsız olacağı kaygısını duymamak (çünkü komşunun da o sırada, o evde olması), en zor mesleği icra ettiğini düşünmek, derslerin çoğuna gitmemek, yoklama kağıtlarını başkalarına imzalatmak, dönem sonu panik içinde ders notları arayıp sabahlara kadar kafa patlatmak, midelerin kötü şaraplardan sonra  litrelerce kahveye tahamül etmek zorunda kalması , bazen isyan etmesi, sigara kokularının duvarla sinmesi, 14:30’da kahvaltı yapabilme lüksü… Hangisidir özledikleri? Hani o fakir ama mutlu dedikleri dönemler mi? Birçok sorumluluğun altında, sorumsuz yaşayabilme özgürlüğü mü? Gençliklerinin deliliği, çocukluklarının saflığı mı? Hepsi mi ya da? Bu dönemi hatırladıklarında gözleri buğulanan insanların yaşadıkları gerçekten çok samimi ve gerçek duygulardır. Sadece geçmişe duyulan bir özlemden  çok daha fazlasıdır.

Öğrencilik döneminden sonra kendini bürokrasinin kollarında bulunca belki de altı  yaşından beri duymadığı ‘artık sen kocaman bir ağabey/abla oldun’ cümlesi çınlar kulaklarında. Bu cümleyi altı yaşındaysanız büyük bir onur ve mutlulukla kabul eder ama gerçekten kocaman bir ağabey/abla olmuşsanız dehşetle karşılarsınız.. Öğrencilik sonrası iş hayatına atılanların çoğu önceden dostlarıyla çok vakit geçirdiklerinden ‘iş dilini’ öğrenmekte zorlanırlar. Dilini, kültürünü bilmediği bir dünyanın içinde bulurlar kendilerini.  Sinema, ve tiyatroya indirimli bilet alamadıklarında başlar ilk hayalkırıklıkları. Artık akrabalar ve  komşular da çalışan insan ağırlığına yakışır davranmaya ve evlenme çağınızın geldigine karar verirler. Sonraki dönem ‘ev kurma’, ‘ev geçindirme’ gibi sorumlulukların altında ezilmekle geçer. Siz ne kadar ‘dünyayı gezmecilerdenseniz , onlar bir o kadar ‘paranı bir kenara koyculardandır’. Artık kapılar çalınmadan önce bir telefon edilir. Siz bir yere gitmeden önce haber verirsiniz. Aksi kabalık diye geçer. Kötü şarap ve kahvelerle bozulan mideye artık iyi davranılmaya başlanır. Sigara ya bırakılmıştır ya da bırakılmaya çalışılıyordur. Bu yeni dünyada ‘herkes bulduğu yere kıvrılsın’ mantığına yer yoktur. Yatak sayısı kadar misafir kabul edilir.  Zaman akıp geçer ve bize bir ayın yirmi gününü limiti dolmuş bir  kredi kartıyla dolaştığımız yine de aç, susuz kalmadıgımız, kırk metrekarelik bir evde yirmi kişi kalabildiğimiz dünyamızı unutturur. İşte bu yüzden bu insanlar ne zaman bir öğrenciyle karşılaşsalar, ‘öğrenciyim’den sonra gelen cümleleri duymazlar. Belki de o zamanlar yapabildikleri en iyi şey olan omletletin kokusu gelir burunlarına, o zamanki arkadaşlarının , ev sahiplerinin isimleri hâlâ hafızlarında kazılıdır. Şu an isimlerini ‘bey’, ‘hanım’ eklenmeden duymayı neredeyse unutan bu insanlar takma adlarla onlara seslenildiği zamanlara bir yolculuğa çıkarlar…