Kocaman bir kütlede isimsiz bir unsurum şimdi

MURAT GÜLSOY

İlk gününden beri aklımda ‘Saramago’nun ‘Körlük’ romanı var. Filminden kareler çok canlı bir şekilde gözümün önünde. İnsan zekası garip şey. Saramago, “Ya günün birinde çok hızla yayılan, insanı anında kör eden bir virüs ortaya çıkarsa” sorusu üzerinden müthiş bir roman yazmış. Roman insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl çözülüp yeni duruma uygun bir şekilde yeni iktidar ve tahakküm biçimlerinin hızla kurulabileceğini gösteriyor. Biz de şimdi çok benzer bir durum yaşıyoruz. Örneğin, 60 yaş üzeri kişiler çok daha ağır geçiriyor hastalığı ve ölüm oranları çok yüksek. Bu da gençlerde garip bir umursamazlık yaratıyor. Sağlık sisteminin çöküşe doğru giderken yapılacak tercihler, Nazilerin T4 kodunu hatırlatıyor. Naziler hastanelerde kimlere hizmet verilmesi, kimlerin ölüme terk edilmesi gerektiğini ‘akılcı bir yöntemle’ belirliyorlardı. Örneğin yaşlı ve hasta birine bir yıl bakmak yerine kaç sağlıklı bebeğin beslenebileceği hesapları yapılıyor, hastanın toplum adına imha edilmesinin yararlı olduğu sonucuna varılırsa kişi T4 koduyla ölüme gönderiliyordu. Böylece toplum gereksiz yüklerinden kurtuluyordu. Tabii ‘temizlik’ meselesi bir süre sonra toplumu “hasta” eden komünistler, Yahudiler, Çingeneler, eşcinseller, deliler gibi çok farklı grupları kapsayacak şekilde genişleyecek, malum soykırımla neticelenecekti.


Son birkaç yılımız ülkedeki siyasi gidişatın yarattığı moral bozukluklarıyla geçti. Gündemdeki konulardan biri hep gitmek/kalmak oldu. Şimdi ise gidilecek hiçbir yerin olmadığı bir dünyadayız. Hatta gitme, hareket etme eylemlerinin başlı başına risk oluşturduğu bir dünya.

Herkesin aynı anda aynı meseleye odaklanmış olması çok boğucu. Şu anda çevremde, ülkede ve dünyada tek konu var, salgın. Haklı olarak. Hepimizi tehdit eden aynı tehlike. Hepimizin yapması gerekenler aynı. Dolayısıyla kendimi hissedemez oluyorum. İnsanın kendim dediği şey, benliği, başkalarından farklılaştığı yerlerde başlıyor. Benim düşüncelerim, önem verdiğim şeyler, arzularım ve korkularım başkalarınınkinden farklı olduğu ölçüde kendimi bir birey olarak hissedebiliyorum. Oysa şimdi… Kocaman bir kütlenin içindeki isimsiz, özelliksiz bir unsurum. Bu çok rahatsız edici. Askerde olduğu gibi. Fiziksel zorlama ve kişiden kişiye değişmeyen, herkesi aynı şekilde bağlayan sıkı kurallar insanın benliğinin sınırlarını eritir. Bu garip bir şey. Sınırlarımızın, benliğimizin bu kadar kolay delinip geçilecek bir zar gibi dayanıksız olması. Aslında birtakım özelliklerimizle ayrışıyoruz. İstatistiksel analizlerin değişkenlerine göre (sınıf, yaş, cinsiyet, sağlık durumu) kendimize büyük insan nüfusu içinde bir yer buluveriyoruz. Bu çok daha sinir bozucu. Çünkü bu değişkenler üzerinde irademin hiçbir etkisi yok. Daha genç ya da daha yaşlı olmamam tamamen benim dışımda bir mesele. Sağlık koşullarımı ise hızla değiştirebilecek bir gücüm yok. Dolayısıyla irademin işlevi yok. İşlevi olmayan yok olmaya mahkum. Bu ürkütücü. Evlerinde ölümü bekleyen araftaki yaşlıları ilk kez bu kadar iyi anlıyorum.

Peki ne yapmalı? İrademi kullanabilmeliyim. Yazmak, okumak, bir şeyler çiziktirmek, çekmeceleri düzenlemek, iletişim içinde olmak, bedenimi ve zihnimi çalıştırmak… Elbette iyi şeyler düşünmek. Umut etmek. Örneğin, küresel olarak yaşanan bu felaketi yüzyılımızın başındaki ikiz kuleler saldırısına çok benzetiyorum. İkisi de çok büyük olaylardı. İkisinin de küresel sonuçları oldu. Ancak İkiz Kuleler saldırısı dünyayı kutuplaştırırken, virüs salgınının birleştirici olma olasılığı var. Bilimin toplum yararına kullanılması taleplerinin yükseleceği, bilimsel eğitim ve kültürün ne kadar yaşamsal olduğunun daha net anlaşılacağı bir dünyaya doğru gidebiliriz. Bunu ummak istiyorum, felaket çağı iyimserliği diyebilirsiniz kolaylıkla.

Fotoğraf: Emre Yunusoğlu