Felaketin tarihi, insanın doğadan vazgeçmesiyle başladı. İnsan, koskoca evrende minik bir kepek tanesi gibi duran dünyanın, tohumunu suyunu, içini dışını tüketirken; emeği, sabrı unuttu. Çoğaltmadan bitirdi, yeşertmeden kuruttu. Toprağın bereketine betondan korkuluklar dikti. Can suyunun önüne setler çekti. Kesti, yıktı, bozdu, kirletti. Kimi erken, kimi geç, kimi hâlâ uyanmadı. Yiyecek son buğdaya, içecek son suya kadar talan peşinde. Güçlü bir istekle sürdürülen ihanetin, doğanın bereketini olanca cömertliğiyle sunduğu coğrafyalarda yaşanması boşuna değil.

Karadeniz, işte o kadim yerlerden biri.

Kalbine ilk büyük darbeyi sahil yolu projesiyle aldı. Deniz doldurarak yapılan otoyol, halkın kıyıyla bağlantısını kesti. Ticareti ve turizmi geliştirmek gerekçesiyle yapılan 500 kilometrelik yolun çevresel sonuçları, tam da itiraz edenleri onaylayan bir şekilde, kötü oldu. Hırçın Karadeniz’in dalgasıyla kıyıdan, yağmuruyla karadan vurduğu otoyol defalarca çöktü, parçalandı. Denizi doldurmak tünel açmaktan ucuza geliyor diye suya yapılan otoyol, ekolojik dengeyi bozduğu gibi, derelerin denize ulaşmasını engelleyerek su baskınlarına neden oldu. Karadeniz’in coşkulu yağmuru, birlikte akacağı derenin önünü kesen otoyoldan öteye gidemedi. Heyelan yüzünden onlarca insan öldü.

İçindeki balığa, kıyısındaki insana; dokunduğu ağaca, çiçeğe, böceğe can veren, yaşamın devamlılığı için olmazsa olmaz akarsuların üzeri HES’lerle dolduruldu. Suyu metal borulara hapsettiler, yönünü değiştirdiler, kuruttular. İnşaatta kullanılan kum ve çakıl için ormanın içinde taş ocakları açtılar. Ağaçları kestiler, patlayıcılarla toprağa, hayvanların yuvalarına zarar verdiler. Susuzluk nedeniyle göç eden insanların yerini, doğaya zehir salan madencilik şirketleri aldı. Faydasından çok zararı olan HES’lerle, doğada dönüşü olmayan izler bıraktılar.

Şimdi de, Doğu Karadeniz’de sekiz ilin yaylalarını, yine bildik bir gerekçeyle, ‘turizmi geliştirme’ adı altında birbirine bağlamak istiyorlar. Çift şeritli asfalt yol projesine bir de şakacı isim bulmuşlar. Yeşil Yol! Yolu olmayan yayla yok, dolayısıyla yöre halkının böyle bir talebi de olmamış. Valisi, iktidarı; ihalesi, yandaşı dururken kim takar yörenin bacısını, dayısını? Dünyada eşi benzeri olmayan canlı türlerine ev sahipliği yapan; pek çok ülkenin sahip olmadığı, olanın da benzerinin binde birine gözü gibi baktığı yaylalarımızın turiste ihtiyacı varmış. Tıpkı daha önce Ege ve Akdeniz kıyılarının ihtiyacı olduğu gibi…

Öyle bir ihtiyaçtı ki o, hükümete, halka ait ne kadar kıyı varsa sattırmış, doğa harikası kumun, denizin ağzına betondan gulyabaniler diktirmişti. Turizm deyince, Türkiye’de hükümetlerin anladığı budur. Bugün, yayla turizmi dedikleri de, insanın her geçen gün buluşmakta zorlandığı doğayla arasına, tüketimiyle doymak bilmeyen bir canavara benzeyen bilmem kaç bin odalı tesisler inşa etmekten başka bir şey değil. Karadeniz halkının yaşam biçiminin ayrılmaz bir parçası olan yaylalar, Anadolu’nun yüzlerce yıllık kültür mirasıdır. İş makinelerinin açtığı yolun sonunda bizi, yeni bir doğa ve değer katliamı bekliyor.

İddia edilen o ki, doğaseverler, binlerce ağaç kesilerek yapılan otoyolu kullanarak fosil yakıtları yaka yaka yayladan yaylaya dolaşabilecek; bol bol para harcamaları için inşa edilen tesislerde yiyecek, içecek, konaklayacakmış. Bunun da adı eko turizm olacakmış. Her şeyden önce yöre halkı bu yolu kesinlikle istemiyor. Doğanın onlar için açtığı toprak yolu, ağaçlara dokunarak, temiz havayı ciğerlerine çekerek yürümek ve gelen herkesin de bu yürüyüşü, insanın doğayla bütünleştiği, iç dünyasını dış dünyayla hizalayacağı bir deneyim olarak yaşamasını istiyor.

Yeşil kod adlı proje, yeni bir kültür ve doğa talanına giden yolun başlangıcı. Bu konuda zihnimi kurcalayan herhangi bir şüphe yok. Ülkemin gelmiş geçmiş bütün iktidarları, turizmden anladığının, üç beş tanıdığa rant yaratmak olduğunu defalarca kanıtladı. Yöre halkı, özü kara olan yeşil yolun yaylalarına felaket getireceğini söylüyor. Yaylalarının gasp edilmesine karşı direnecekler ve kazanacaklar. Biliyorum, çünkü bir ağacın büyüyüp serpilmesine tanıklık eden insanın, onu kesmeye gelene göstereceği sağlam bir sopası ve kim olduğunu hatırlatan güçlü bir nefesi olur.