“Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker.” Bunu ben değil, Karl Marx söylüyor.

Kökler ve kanatlar

Semiha Durak

Herkes kendini birbirinde arıyor ya da geçmişinde… Sorunun tam da anlaşılmamasından belki, hep bir yanıt bekler hali var hepimizin. Zamanla büyüyen bir boşluğa benzeyen sorunun yanıtını, bitkiler gibi kıpırdamadan durmuş, en yakınımızdakilere bakarak arıyoruz. Ya da köklerimize. Kılımızı bile kıpırdatmadan; süslü ritüellerle kavuşuruz sanıyoruz bizden önce gelmiş gitmişlere. Törenler, ritüeller, büyülü sözlerle o simsiyah boşluğun içi dolup maviye dönüşecek sanıyoruz, kendiliğinden. Taşlar yerine oturacak, düğümler çözülecek…


Mucizeler, ışıklar, şifalar, şükürler… Karanlık boşluğun kenarına oyaladığımız renkli, pırıltılı ama bir o kadar da kolay seçilmiş kelimeler bunlar. Sık kullanılanlarda; her yerde karşımıza çıkıyorlar bu aralar… Ama taşlar yuvarlanmadan, hiç sarsılmadan oturamaz yerlerine. Bitkisel hayatta beklediğimiz yanıt, ölüm korkusunun gölgesinde, ölüme benzer daha çok. Nadiren gerçek bir hayat sunabilir bize.

Köklerimiz kadar kanatlarımız da varmış. Önceki nesillerden bize miras kalan kökler ve kanatlar sayesinde varoluşumuzu anlamlı kılabiliyormuşuz, Goethe’ye göre. Kanatlarımızdan pek emin değilim. Bir zamanlar varsa da, belki evrim çizgisinde cambazlar gibi yürürken varlığını unuttuk kanatlarımızın. Ya da unutmadık da; tarihin en eski masallarından birinde öyle söylendi; balmumundan sandık kanatlarımızı ve güneşe uçarsak erir diye inandık. Korkudan bir kez bile açmadık, çırpmadık binlerce yıldır. Ve öylece unutuldu, çürüyüp ufalanıp savruldu gitti kanatlar. Belki de bu zorlu yüzyılların, kanlı bir meydan muharebesinin içinden geçerken yara aldı kanatlarımız. Kanaya kanaya yok oldu, gitti.

Ayaklarımız ? Onlar hâlâ var. Öyleyse neden koşmuyoruz? Dans bile edebiliriz bu ayaklarla. Hatırlayın. Başka kıyılara yüzebiliriz. Kaçmak değil söz ettiğim. Ama sanki biraz deniz havası iyi gelecek hepimize. Kanımızdaki o radyasyonlu uyuşukluğun çaresi, iyot kokusudur belki. Kokular hafızaya da iyi geliyor hem. Bitkiler gibi yapışıp köklerimize durmaktan vazgeçeriz belki kim olduğumuzu koklayınca. Hatırlayınca.

"Durup düşünmek" deniyor adına ama aslında en iyi yürürken düşünüyor insan. Hareket edince. Tavana bakarak düşündüklerimden bir fayda göremedim ben. Şiir severim ama üzgünüm; göğe bakmak da kurtaramıyor artık bu devirde.

Ayaklarımızın ve geçmiş kanatların yerini alan hayal gücümüzün bizi nereye götüreceğini söyleyemem. Belki herkes başka yöne gider. Binlerce yıl önce, yüzbinlerce mil yürüyen o hiç tanımadığımız atalarımız gibi. Başka denizlerde, yeni dünyalar kurarız. Gitmek değil sözünü ettiğim; gelecek denen o bilinmez ülkeyi yaşanılır kılmak zorunda olduğumuz gerçeği gizli bütün metaforlarımın içinde. Durduğumuz yerde şükrederek devam edecek bir şey kaldı mı sizce? Hem şükretmek de ne ayrıca? Binlerce yıl kölelik etmiş atalarımızın travmalarından miras gibi bu kelime de. Azad edildiklerinde bile, kendinden güçlü birinin koruması dışında yaşamaktan korkan nesiller bırakmıştık arkamızda hani. Belli ki bırakamamışız, hâlâ sırtımızda, sancılı ağır bir yük gibi miras kalmış bize her daim şükreden kölelik.

“Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker.” Bunu ben değil, Karl Marx söylüyor. Şöyle devam ediyor sonra:

"Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar."

Hayır, köken aile dizimi seanslarından söz etmiyor Marx burada. Hegelci tekrara atıf yaptığı o meşhur sözüyle açıyor Louis Bonaparte’in On Sekiz Brumaire'ini: Bütün tarihsel olaylar ve kişiler iki kez tekrar eder; ilkinde tragedya, ikincisinde komedya olarak.

Yüzleşilmeyen, çözülmeyen, inkâr edilen bütün geçmiş olaylar, travmalar tarihsel döngülere dönüşüyor, kabuslar gibi peşimizi bırakmıyor. Bu konuda sanırım herkes artık aynı fikirde. Yalnızca kendi kişisel anılarımıza güvenerek bu korkunç çağdan çıkış, kurtuluş yok. Tarih, tüm insanlığın anılarının bütünü. Bu yüzden travmaların bizimle başlamadığı doğru, nesiller boyu aktarıldığı da. Tarih yüzleşilip çözülemediği için üst üste binmiş travmalar bütünü. Her travma bir yenisini doğurmuş. Zincirler gibi eklenerek, döngüler gibi tekrar içinde. Ama bütün bunların ilahi bir gücün yardımıyla, törensel bir ayinle çözüleceğini sanmak, modern ve postmodern insanın hem kolaya kaçma hem de her şeyi karmaşıklaştırma paradoksunda gizli olmalı yine.
Dürüstçe yüzleşmeden anlaşılmıyor geçmiş. Onarmak, iyileştirmek, dönüştürmek için önce yüzleşmek sonra hesaplaşmak gerekiyor. Bu yüzden “helalleşmek” ve “şükretmek” kelimelerinin değişim ve dönüşümü isteyen insanların dilinde yeri olmamalı. Bu iki sözcük karşılık bulmamalı hayatımızın hiç bir yerinde.

“Cemse” sözcüğünü ilk duyduğumda, çocuktum. Annem de öyleymiş. Çocukluk travmalarından biri olarak anlatmıştı; “bizim eve cemse girmişti bir keresinde” demişti. Anneannemin ayağı sakatlanmış. Cemsenin ne olduğunu anlamamıştım. Ama evin duvarlarını yıkıp anneannemi yaralayan korkunç bir canavar olmalıydı. Haklıymışım.

50'lerdeki Marshall yardımı sırasında, Amerika’nn artık kullanmadığı, II. Dünya Savaşı'ndan kalan, askeri jipler, kamyonlar Türkiye'ye yollanmış. Araçların üzerinde bulunan GMC'nin (General Motor Corporation) okunuşu; "ci-em-si" olduğundan, halk arasındaki telaffuzu zamanla "cemse"ye dönüşmüş ve bütün askeri araçların genel adı olmuş cemse. Modern zamanların Truva atları gibiydiler belki de.

Çocukluğunu 60’larda yaşamış annem için de 80’lerde doğan ben ve yaşıtlarım için de aynı travmalar tekrarlanarak devamlılık seyretmişti. Her şey politiktir. Travmalar da öyle. Hele bizimki gibi coğrafyalarda doğup büyüyen nesiller için travmadan da, politikadan da kaçış yoktur.

Dünyanın bütün gürültüsü, sağır eden sessizlikten. Gerçek, sahici bir ses olmayışından bütün bu bağırış çağırış. “Konuşmak dialog değildir” cümlesini kendime notlarımda buldum geçenlerde. Her ikisi de olmadan geçen anlarla dolu şimdiki zaman. Dialog kavramı, antik çağ filozofu Sokrates’ten miras bize. İnsanların zihinlerinin kendi başlarına çalışmayacağı, onları harekete geçirmek için birbirlerine ihtiyaç duydukları düşüncesiyle ortaya atmış, kullanması bize kalmış. Egoların böğürdüğü sözlü kavgalar değil dialog. Bir çıkış istiyorsak eğer, o ortak aklı bulmak gerekiyor. Bu felaket yüzyıldan çıkışın başka bir yolu yok.

Radikal empati ve bir parça öfkeyle ateşlenen; hakikatle taçlandırılmış sahici bir dialog. Aradığımız yanıt, mucize bu sihirli formülün içinde. Kendimizi ararken karşılaştığımız geçmişe ya da birbirimize sayıp sövmek değil sözünü ettiğim öfke. Yıllardır tekrar eden travmalarla yer etmiş korkuların sindirdiği, içimize kaçıp saklanan o haklı öfke çağırdığım. Nefret değil, kin değil. Hakkımız olanı almak ve hakikati bulmak için göğsümüzü gererek doğrulmak, ayaklarımızın üzerinde. Cesaretle. Kökler empatiye dönüşmeli, kanatlar öfkeye. Travmalar politiktir, bu yüzden onlarla yüzleşmek gerekir. Ve aradığımız cevap, beklediğimiz o bilinmez ülke neredeyse, bizi oraya ayaklarımız, hayal gücümüz ve öfkemiz götürebilir.