Orta çağın karanlığında zangoçların, rahiplerin, papazların engizisyoncuların buhurdanlıklarından yayılan dayanılmaz koku şimdi sahte imamların, rüya tabiri şeyhlerinin, cehennem için yanmaz terlik satanların, cennet için insanların mutluluk pınarlarını ilkel duygulara pespaye şehvete çevirerek kışkırtanların, çağa meydan okuyan tarikat gericiliğinin, tekbir getirerek kafa kesenlerin yaşadığı karanlığın kokusudur.

Kokunun izini sürün

Veba salgını başladığında daha ilk haftalarda önce sokakları, sonra avluları ve hatta evlerin içini dolduran fareler bir bir öldüler. Sonra insanlar çaresizlik içinde, ne olduğunu bilmedikleri bir hastalığın pençesinde yerlere düştüler. Ölüm kasabaları, kentleri, ülkeleri hızla sardı. Yoğun bir korku ve koku her yeri kapladı. Korku da koku da o eski bildik ölümden geliyordu. Sonra salgın geldiği gibi yavaşça sanki borcunu zorla almaya gelmiş müflis bir tüccar gibi sessizce çekildi. Geride korku ve ölümün uzun yıllar gitmeyecek kokusu kaldı.

“İnsanlar korkuyu yener” denir hep; günlük dertlerine dönerler, yoksulluğun, açlığın, sefaletin, işsizliğin, modern bir parıltı içinde sürüp gitmesinin hayret verici olduğunu düşünerek, çarenin ne olduğu konusundaki cahilliğin sırrına eremeden sürdürürler hayatlarını. Gökyüzü aynı gökyüzüdür, ay yine her akşam hilalden dolunaya uzayan çevrimini sürdürür. Öyledir, fırlattığımız taşın yere düşmesinin onun kaderi olduğuna hâlâ inanıyoruz, uzayda işlerin daha farklı olabileceğine dair söylenenlere inanmak gerektiğini de düşünüyoruz ama hayatımızı etkileyen bir bilgi olduğunu hâlâ kavrayamadık. Korku hâlâ egemendir bilincimize. Kısa ömrümüzün daha da kısa olabileceğinin, ölümün korkusudur.

Kötü kokular da bunca zamandır çiçeklerden çaldığımız parfümlere rağmen çekip gitmedi. Gitmiyor, çünkü kokunun kaynağını bulduk, biliyoruz diyenlere inanamıyoruz bir türlü. Kokuyu duyuyoruz yalnızca. Kimi zaman nasıl da hoşumuza gidiyor. AVM’lerin hediyelik eşya –“Gift” (Almancada “zehir” demektir)– bölümlerinde kendilerine ayrılmış yerlerde parfüm adıyla sunuyorlar kokuyu. Alır üstünüze başınıza sıkar güzel kokarsınız; sonra uçup gider parfüm, “per fumum”, Latincede “tümüyle uçucu” demektir diye yazıyor sözlükler. Ama benim anlattığım koku uçup gitmiyor. Yıllar önce yazdığım bir yazıda, “Koku yoğunlaşıyor, ne yapacağımızı bilemiyoruz, kaynağını bulmaktan başka çaremiz yoktur; yılmayın, kenara çekilmeyin, kokunun izini sürün” diye yazmıştım.

Aynı yerdeyim, kokunun izini sürün.

TÜKETTİKÇE ÇOĞALIYOR

Yaşadığımız şu, hadi öyle diyelim, “ultramodern” çağda hiçbir şey gizli kalmıyor. Diyorlar ki gelişme, önceki yüzyılın baş döndüren hızı, insanoğlunu çaresizleştirdi. Sömürüyü katlama olanaklarının çoğaldıkça çoğalması insanoğlunu insanlıktan çıkardı. Aşılarak zenginleştirilmesi gereken değerler erozyona uğradı. Kokuyor dünya. Koku en çok da kanalizasyonlardan, teknolojinin harikulade olduğu söylenen icatlarından, fiber hatlardan, bilgisayarların yanmış çiplerinden geliyor. İşte şimdi de salgın hastalığın korkuyla birleşmiş kokusu üstümüze sindi. Tümüyle dolup taşmış acil servislerin, yoğun bakım ünitelerinin, kuyrukta bekleyen çaresizliğin, ölümle burun buruna yaşayan, hastalarına sevgi, şefkat gösteren insanların; yani doktorların, hemşirelerin, görevlilerin maskelerinin içine ölüm olarak sızıyor; sokakta ürkek bir suçlu gibi dolaşan, ihtiyar oldukları sık sık hatırlatılan yaşlıların kuru öksürüklerinde yaşıyor o korku, o koku. Yenmek, üstesinden gelmek istiyor musunuz korkunun ve kokunun?

Öyleyse kokunun izini sürün.

Bunca umutsuzluğun içinde yaşamak nasıl bir şeydir? Umudu canlandırmanın bir yolu yok mu diye soruyor arkadaşlar. Ne yapmalı da kurtulmalı bu kısır döngüden sorusu artık anlamsız geliyor insanlara. Ne desek boş der gibi bakıyor çocuklarına sıkı sıkı sarılan kadınlar. Söylenen sözler, insanın içini gösteren “hatıratlar”, günlükler bir anda kişinin sırrı olmaktan çıkıyor, herkesin malı oluveriyor. İnkâr işe yaramıyor, tevil beş para etmiyor, söyleneni değil, söyleme biçimini yalanlamak itirafın kendisi olup çıkıyor. En fazla da gazetecilerin nasıl bir cangılda, hangi patronların, hangi fiyakalı müdürlerin elinde oyuncağa çevrilmek istendiği ortaya çıkınca canımız yanıyor. Gazeteciler artık gazeteci değil, haberler haber olmaktan çıktı, insanlar artık insan değil birer sayıya dönüştüler. Vaka sayısı, hasta sayısı, ölü sayısı, artık bunların da haber değeri kalmadı. Yalan yalan olarak bile değerli değil, çünkü yalan normal koşullarda gizlenmesi beklenen bir suçtur, artık gizlenmiyor. Yalnız insanları değil, ekonomiyi de düşünmek zorundayız diyen bir yüzsüzlük haber bültenlerine egemen oldu. Ama bütün bunlar daha genel bir gidişin, daha genel bir kokuşmanın, çürümenin sonuçlarıdır.

Kokunun izini sürün.

KORKUYU YENMEK İÇİN

Bugünlerde haklı olarak Shakespeare’in Hamlet’indeki Marcellus’un ünlü sözleri sık sık anılır oldu: “Çürümüş bir şeyler var Danimarka Krallığı’nda.” Şimdi mavi siyah gökyüzünde bir yıldız olan Ahmet Cemal dostumuz o sözlerin aslını, esasını anlatmıştı. Gördük ki bilgili, bilinçli, durumun farkında bir Hamlet’tir anlatılan. Böylece sözün daha derinlere gittiğini, kokuşan Danimarka Krallığı’ndaki çürümenin çaresi olmadığını anladık. Ve şimdi çürüme her yerde, iktidar sahiplerinin, kral saraylarının ötesine taşıyor, gökyüzündeki bulutlara bulaşıyor, her yerden üstümüze yağıyor sanki ama nerededir bu utanmazlığın, bu sefil kokunun kaynağı?

Durmayın, kokunun izini sürün.

Peki, neden bunca yıldan sonra başımıza geldi bu salgın, neden alıştığımız eski salgınlara benzemiyor, neden yüzlerle binlerle ölüyoruz, neden gerçek umudun yerini saklanmaktan başka bir anlamı olmayan önlemler, eve kapanmalar, maskeler aldı, neden özgürlük vazgeçilebilir bir kavrama dönüştü? Neden her şey aynı anda çözülüyor. Aslında bu bir sürecin çaresi olmayan sonucu, aynı anlama gelmek üzere sonu mudur? Darbecilerin yenilgisi öteden beri söylediklerimizi doğruladı. İktidar olmanın şımarıklığı, kof güveni ile çektirilen fotoğraflardan, önü arkası düşünülmeden söylenen sözlerden, açılan davalardan, ölümle sonuçlansa da kılı kıpırdamayan burnu büyüklükten yayılan o berbat kokunun farkına varamadık mı? Parfümlerle örtülen o koku sonunda patladı işte.

Artık siz de durmayın, beklemeyin, izini sürün. “Ne yapsak da çürümenin önüne geçsek” gibi bir dertleri yoktur egemenlerin. Bundan sonra bize dayatacakları çürümeyle birlikte yaşamaktır. “Yeni düzen bu” diyorlar. “Bu koku o kadar da kötü değil” masalını anlatmayı sürdürüyorlar. Orta çağın karanlığında zangoçların, rahiplerin, papazların engizisyoncuların buhurdanlıklarından yayılan dayanılmaz koku şimdi sahte imamların, rüya tabiri şeyhlerinin, cehennem için yanmaz terlik satanların, cennet için insanların mutluluk pınarlarını ilkel duygulara pespaye şehvete çevirerek kışkırtanların, çağa meydan okuyan tarikat gericiliğinin, tekbir getirerek kafa kesenlerin yaşadığı karanlığın kokusudur. Çürüme geniş bir coğrafyayı kapladı; yayılmak, her yeri işgal etmek, insanı yok etmek istiyor. Amacına korku salarak ulaşacak. Korku kokuya dönüştü. Ama artık korkmayın, ecele faydasının olmadığı çoktan kanıtlandı. Durmak zamanı değildir, kokunun izini sürün.

***

Nereden geliyor, bu koku, çürümenin kaynağı neresidir?” diye sormanın da zamanı geçtiyse diye soruyorlar şimdi. Şairler uyardı dinlemedik, bilgeler “duymuyor musunuz?” dediler kulaklarımızı tıkadık. Aziz Nesin “Yalnızca gülmeyin, düşünün” dedi, İlhan Selçuk “Tehlikenin farkında mısınız?” diye sordu, tınmadık. Hayat ne de olsa sürüp gidiyordu; TV kanallarında sahte hayatların parıltılı öyküleri, şiddeti günlük hayatın rutinine çeviren dizileriyle mutluyduk. “Aşkı öğrenince rahatı kaçan ağacı” görebildik mi, “mek parmak mek parmak daha sonu selamet” diyeni dinledik mi? Ama işte sonunda birbiri ardı sıra patlıyor kanalizasyonlar. Koku her yeri kapladı, nereden geldiği anlaşılmaz oldu.

Olsun, vazgeçmeyin, son şansımızdır...

Kokunun izini sürün.