Melike Uzun Yedi yaşımdaydım, bizimle yaşayan dedem beraber uyuduğumuz odada öldü. Başında Kur’an okuyorlardı, çenesi beyaz bir tülbentle bağlandı. Otuz beş yıl sonra babam hasta yatağında yatarken hatırladım o günü. Çünkü otuz beş yıl önceki kokuyu duymuştum babamın başında beklerken, demek ölümün kokusu vardı ve babam da göçe hazırlanıyordu. Daha sonraki yıllarda Kur’an okunduğunu gördüğümde, […]

Kokunun ruhunu anlatabilmek

Melike Uzun

Yedi yaşımdaydım, bizimle yaşayan dedem beraber uyuduğumuz odada öldü. Başında Kur’an okuyorlardı, çenesi beyaz bir tülbentle bağlandı. Otuz beş yıl sonra babam hasta yatağında yatarken hatırladım o günü. Çünkü otuz beş yıl önceki kokuyu duymuştum babamın başında beklerken, demek ölümün kokusu vardı ve babam da göçe hazırlanıyordu. Daha sonraki yıllarda Kur’an okunduğunu gördüğümde, duyduğumda ölüme yormadım pek, çünkü toplumda muhafazakârlaşmanın da gittikçe yayılmasıyla, düğünde, doğumda sevinirken, kandil gecelerinde dua ederken okunurdu. Beyaz tülbente baktığımda da ölümü düşünmedim pek, beyaz tülbent bana gözaltında kaybedilmiş evladının peşine düşmüş anneleri hatırlattı. Ama ölümle eşleştirdiğim kokuyu yıllarca belleğimde saklamıştım. Hiç kimsenin göremeyeceği, hiç kimseye tarif edemeyeceğim, yalnızca benimle yaşayan bir imgeydi o koku. Görsel figürlerden bambaşka, yalnızca bana özgü, bana ait. Belleğime yerleştikten otuz beş yıl sonra birden ortaya çıkıveren bir imgeydi.

Duyularla, varlıkların ve dış dünyanın nesnel nitelikleri elde edilir. Masayı görürüz ve onun rengini şeklini duyumuz aracılığıyla dış dünyadan öğrenilen verilerle kodlarız. Nesnellik bir bakıma verili olanı zihinde işlemeden, olduğu gibi kodlamaktır. Bu yönüyle görme ve işitme duyumuzun algısı dünyadaki nesneler tarafından belirlenmiş olsa da koklama bu ikisinden farklıdır. Kokular birer nesne olarak verili olmadığından dış dünyanın belirleyiciliğinden çok öznelliğin sınırları belirsiz, kestirilemeyen, adlandırılamayan yönüne ilişkindir.

Kendi kokusunun peşinde

Patrick Süskind’in Koku isimli romanı (dizi ve sinemaya aslına uygun olarak Parfüm adıyla uyarlanıp çevrildi) tam da bu belirsizliğe dair: Kokuların tutku dolu ve kişisel özelliğine. Bu romana bir seri katilin romanı demek haksızlık olur, kitabın yarısına gelene kadar Grenouille’yu katil olarak tanımayız, yolunun kesiştiği herkesin ölümüyle sonuçlanan ilişkileri onun uğursuz, tekinsiz bir insan olduğuna işaret etse de henüz bir katil değildir, taaa ki toplum tarafından kabullenmenin o yumuşak ruh halini yaşayıp daha da fazlasını isteyene dek.

Her insanın kendine özgü bir kokusu vardır, ama Grenouille bu kokudan mahrumdur. Bu mahrumiyetin kaynağı annesi tarafından balıkçı tezgâhının altında ölüme mahkûm edilmesidir, daha ana rahmine düştüğü andan itibaren sevilmemiştir o, diğer dört kardeşi gibi. Sanki doğar doğmaz balık çöplerinin içinde leşe dönüşen kardeşlerinin de öcünü almak için tutunmuştur dünyaya, hayata. Bir yandan tutunup, herhangi bir insan gibi koku edinip sevilmeye uğraşırken bir yandan da önüne çıkan herkesten, annesinden itibaren, öcünü gayriihtiyarî almaya başlamıştır.

İnsanlar kendilerine özgü koku sayesinde sevilip kabul görüyorlardır. “Yalnız o ana koku, o ilkel insan buğusuydu pekiyi bildikleri şey, o kokunun içinde yaşıyor, kendilerini güven içinde duyuyorlar ve ancak çevresine o genel, iğrenç buharı yayanı kendilerinden biri olarak kabul ediyorlardı.” Kitabın ana meselesi bu cümlelerde toplanmıştır. İnsan için kabul görüp sevilmek en önemli ihtiyaçlardandır, oysaki Grenouille doğduğunda rahip tarafından sütanneye verilmiş, sütanne onu kokmadığı gerekçesiyle, hatta bir şeytan olduğu için geri vermiştir. İnsan kokusu olmayan bir canlı sevilmeye, beslenmeye değer olmadığı gibi bu, sütanneyi korkutmuştur. Grenouille’un neden kokusu yoktu, sevilmediği, istenmediği için mi, lanetli olduğu için mi? Bunu tam olarak açıklamak mümkün olmasa da kesin olan şudur: Grenoille sevilmek ister, kokulara olan tutkusunu sevilmek için bir araç olarak kullanır.
Grenoille her insanın farklı bir kokusu olduğunu keşfettiğinde kendisine ait bir insan kokusu üretir ve başarılı olur. Bu kokuyu süründüğünde insanlar ona da diğerlerine davrandıkları gibi davranırlar. Böyle bir kabullenişin rahatlığını yaşar, ancak, bu ona yetmez. Daha çok sevilmek ister. İnsan gibi kokmadığı için sütanneden başlayarak reddedilen, itilip kakılan bir insanın sevilme isteğinin artık sınırı yoktur. “…kendilerinden biri olarak kabul etmekle kalmasınlardı, çıldırasıya, kendilerini feda edesiye sevsinlerdi, hayranlıklarından tir tir titresinler… Grenouille’in kokusu burunlarına gelir gelmez!”

Arzu duyulmanın peşine düşen Grenouille, kokusu sayesinde kendisinde arzu uyandıran güzel kadınların peşine düşer, onları öldürerek herhangi bir insan kokusuna değil, sevilmeye layık bir insan kokusuna sahip olacaktır.

Uyarlamaların başarısı ya da başarısızlığı

Kitapta baştan sona takip edilen, anlatının özünü oluşturan sevilme ihtiyacı izleği, romandan uyarlanan filmde neredeyse bütünüyle kaybolmuştur. Romanın 2006’da Tom Tykwer tarafından uyarlanan filminde Grenouille’un sütannesi tarafından kokmadığı gerekçesiyle rahibe geri verilme bölümü atlanmış, bu yüzden de karakterin tutkusu filme özgü bir gerçeküstülük olarak kalmıştır. Birkaç sahnede kahramanın, öldürdüğü kızlardan elde ettiği parfüm sayesinde insanlardan saygı dolu tavırlar gördüğüne vurgu yapılsa da bu vurgular filmin son sahnesini gerekçelendirmek için yeterli olmadığı gibi kitapta sıkça vurgulanan sevilme ihtiyacını izleyiciye aktarmada yetersiz kalıyor. Oysaki bu yılın Netflix yapımı olan Parfüm dizisinde kitaptan bütünüyle bağımsız ama kitaptan esinlenilmiş bir kurguyla ilerlerken merkeze sevilme ihtiyacı alınmış. Bu eksen sayesinde Koku’dan uyarlanan dizi, kitabın ruhunu aktarma yönünden filmin kat kat ötesine geçmiş. Dizi, beş lise arkadaşının gençlikleri ve yetişkinlikleri arasında mekik dokur. Bu beş arkadaşın ortak yönü ‘sevilmiyor oluşları’dır.

The Story of a Murderer alt başlığı kullanılan Perfume filminde Ben Whishaw ve Dustin Hoffman’ın oyunculuklarına, müziklerin etkileyiciliğine rağmen başarısız bir uyarlama olmasına yol açan bir neden de kokunun görsel dile çevrilmedeki imkânsızlığıdır. Sinema sonuçta ‘renkleri, sesleri elde etmek’le ilgilenir. Duyuların öznel alanda, bilince çıkmamış derinliklerindeki imgelerini aktarmak onun işi değildir. Tom Tykwer, romanı uyarlarken sinemanın bu doğasına karşı durmuş, ısrarla kokuyu anlatmaya çalışmış, belki de kokuyu algılayan izleyicinin onun imgelediği ‘sevgi ihtiyacı’nı da anlayacağı düşünülmüştür. Filmde anlatıcı sese rağmen kokuya duyulan tutku ve bu tutkunun sonucunda işlenen cinayetleri anlatmak o kadar önemlidir ki tutkunun ve peşi sıra gelen cinayetlerin altında yatan, romanın ana izleği olan sevgisizlik fikrinden uzaklaşılmıştır. Böylece ne imkânsız alana (kokunun ruhunu anlatabilmek) yaklaşmış, ne de kitabın temasını aktarabilmiştir. Yönetmen, kokunun öznelliğini nesnel bir dile aktarmadaki güçlüğü aşamamıştır. Oysaki dizide izlenen serbest uyarlamada kokulara değil, kokuya duyulan tutkunun altında yatan nedene odaklanıldığı için Süskind’in romanındaki duyguyu vermede başarılı olmuştur.

Koku’nun sinema ve diziye uyarlanıştaki farklılıklarına bakarak dizilerin sinemaya üstünlüğünden bahsedilebilir mi? Pek sanmam. Perfume dizisinde tüm popüler kurgularda olduğu gibi hikâyeye sıkı düğümler atarak ilerleme yolu tutulmuş, bu düğümlerde kitabın temasına sadık kalınmıştır ancak sinemanın kokuyu anlatmadaki başarısızlığına ve temayı gözden kaçırmasına rağmen, oyuncunun Greneuille’u canlandırmada sergilediği olağanüstü çaba, bir sanat eserinin alamet-i farikası olarak karşımızda durmaktadır.

Edebiyat, kelimeler, duyuların öznelliğini aktarmada her durumda en iyi araç olacaktır. Dedemin ölümünde belleğime kazıdığım, simgeleştirdiğim kokuyu tarif etmede bütün araçlar yetersiz kalsa da, kokuyu duyduğum andaki hissettiklerimi en iyi edebiyatla anlatabilirim. Bu yüzden Süskind’in kitabı tüm uyarlamalara rağmen eşsiz kalacaktır.